SİNEMA KRİTİK
18 Kasım 2016 Cuma
1 Ekim 2016 Cumartesi
GÜNÜMÜZ SİNEMA KUŞAĞINDAN / Le Couperet COSTA GAVRAS / ÖLÜMCÜL ÇÖZÜM
Ölümcül Çözüm
/ Le Couperet
COSTA GAVRAS
Günseli
Bilgen-pisinefil@gmail.com
pisinefil.blogspot.com.tr
“ Bir zamanlar iki tane arabamız vardı, komşularımızı
tanımazdım bile şimdi karımı ve oğlumu yolumun üstü diyerek işe bırakan komşuyu
kıskanan zavallı işsiz bir adamım.”
İyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir çalışan. Büyük bir
şirkette oldukça iyi bir maaşla çalışan iyi eğitimli ve nitelikli bir adam, 20
yılın sonunda, kırklı yaşlarında işten kovuluyor. İşine son veren yöneticisi;
“ O kadar iyi bir çalışansın ki senin yeni bir iş bulamaman
söz konusu bile olamaz. Biz sadece yeni bir yapılanmaya gidip, küçülmek
istiyoruz.” Dediğinde kendine biraz dinlenme fırsatı çıktığını düşünüp içten
içe biraz rahatlamıştır bile.
Ancak aradan iki kocaman yıl geçmesine rağmen O hala
işsizdir, sinirleri bozulmuş ve evdeki hayatta artık o kadar yolunda
gitmiyordur. Orta sınıfın küçük burjuva kültüründe çalışmayan işsiz bir adamın
hiçbir şeye hakkı yoktur. Böyle bir durumda; Ona ait olduğuna inandığı her şey
elinden birer birer alınır. Önce harcamalarında ufak ufak tasarruf etmeye
çalışır sonra sırasıyla arabası, evi, karısı, çocukları, arkadaşları,
saygınlığı ve herkese en tepelerden baktığı büyük Tanrısal egosu. Bu kaybetme
durumu son derece dramatik sonuçlara da yol açabilir.
Keyif, bağımlılık ve gereksiz harcamalar üzerine kurgulanmış
Batı ekonomilerinde çalışma hayatı sizin bütün vaktinizi alıyor gibi gözükür.
Aslında bütün Ofis çalışanları bilir ki sıkı bir çalışma temposu ile 3-4 saatte
işler bitirilebilir. Ancak şu soruyu sesli olarak asla telaffuz etmezler. Verimli
olmadıkları anlaşılırsa işlerinden olacakları korkusu ile herkes bu gizli
işsizliğini birbirinden özenle saklar.
O zaman neden bizi 8 saat boyunca kapalı bir yerde
hapsediyorlar? Sahi neden?
Cyril Northcote Parkinson’a ait
olan Parkinson Yasası bu zaman yönetimi işini basitçe şöyle açıklar; Bir işi
bitirmek için ne kadar zaman verilirse o işi yapmak o kadar sürer. Eğer
bitirmek için sadece bir saatiniz varsa çıkardığınız işe kendiniz de
inanamazsınız ama süre bir hafta ise haftanın en son günü son dakika da ancak
bitirirsiniz.
Çoğunluk paraya da böyle yaklaşır ne kadar varsa o kadar da
harcar. Özellikle profesyonel hayatın içinde iyi bir maaşla çalışıyorsanız
kazandığınız kadarını hatta biraz da fazlasını tüketirsiniz.
Sekiz saatlik çalışma hayatı insanın kişisel isteklerine
ayıracağı zamanı azaltır ve kişi de çalışmak benim bütün vaktimi alıyor, ölüp
gideceğim hayatı yaşamadan psikolojisi yaratır içten içe. Bu duyguyla baş etmek
isteyen sistemin insanları bütün sorunlarının çözümünün satın almaktan
geçtiğine inanarak yoğun bir tatminsizlik duygusu ile boğuşarak ayakta kalmaya
çalışır.
Gelişmiş Ülke bilim adamları bu duyguyu insanlarda
yoğunlaştırmak için gece gündüz demeden çalışırlar. Biz satın alırız, ekonomi
kazanır. Onlar söyler biz yaparız. Kitleler böylece nereye koyarsan orada
dururlar, bağırırlar, kızarlar öfkelenirler ve elbette keyiflenirler de.
Lakin boşa adam
beslemenin de fazla geldiği durumlar vardır. Nüfus artarken, teknoloji de
gelişmekte bu nedenle çalıştırılması gereken insan sayısı da çoğalmaktadır.
Gençler ilk çalışmaya başladıklarında, deneyimsiz olmanın getirdiği bir
çekingenlikle hem koşulları çok sorgulamaz hem de ücret maliyeti düşüktür. O
nedenle personel azaltma ihtiyacı varsa önce kıdemli olan orta yaşlılardan
başlanır.
Ve Bruno Davert’e bu piyango çıkmıştır. 2 yıldır işsizdir. Sürekli özgeçmiş
hazırlar, postaya verir, görüşmelere gider, bekler, bekler. Gergindir. Evde
Televizyon seyrederken çalıştığı sektörün en büyüklerinden birinin
Genel Müdürünü reklamlarda izler ve o işin kendisine ait olduğuna düşünür, buna
içtenlikle inanır. Bir plan yapmaya başlar.
Sistemin
kuralları için de kalarak sorununu çözemeyeceği belli olmuştur o nedenle
kuralların dışına çıkarak bir çözüm yaratmaya çalışır. O pozisyon ile arasına
giren, bir şekilde ondan daha iyi olduğunu düşündüğü, bir iş başvurusunda ona
göre daha öncelikli olarak tercih edilecek insanları ortadan kaldırmaya karar
verir. Bu insanları avlamak için kendi özelliklerinde en iyi profesyonelleri bulmasına
yarayacak bir iş ilanı verir. Hedefi bu insanları ortadan kaldırmaktır. Doğru
anladınız bu kişileri sistemden değil, dünyadan gönderecektir.
Costa Gavras
sistemi eleştirirken, suç olarak nitelendirilen öldürme eylemini son çıkış yolu
olarak göstermiştir kahramanına. Yönetmen sistemi eleştirirken ustalığı ile
aynı zamanda başarılı bir gerilim filmi de yaratmıştır. Donald Westlake’in “The
Ax” adlı romanından uyarlanan filmin Başrolünde Jose Garcia oynamaktadır.
Fransız yapımı film Cesar ödüllerinde 2006 yılı en iyi aktör ve en iyi senaryo
ödüllerini almıştır.
Tüketme üzerine
kurulmuş bir ilişkiler bütününde işsizliğin artması her şeyi çıkmaza
sokmaktadır. Zira parasal tabana indirgenmiş aile içi ilişkiler çatışmanın en
yüksek olduğu yerlerdir. Film bir yandan Bruno’yu oradan oraya dolaştırırken,
bu sahnelerin arasında lüks tüketime ait güzel kadın/adamların reklam panolarını
da gözümüze sokmaktadır.
Oğlunun da
bilgisayar oyunlarını çalarak suça bulaştığını öğrendiğinde tepkisi suç
delillerini ortadan kaldırıp çocuğun ceza almamasını sağlamak olur. O sırada
işsiz olduğunu söylediği Polis memuru ile olan diyalogu;
-
Siz polissiniz,
işsiz kalmazsınız
-
Doğru
ne de olsa büyüyen tek endüstri suç.
Acıyla karışık
gülümsetir.
Aslında sistem
kullan-at üstüne çalışmaktadır. Elbette buna insan da dâhildir. İşe yararken
sistem sizi yine kendi bildiği yöntemlerle mutlu eder. Hatta başka bir mutluluk
biçimi olduğunu dahi unutmanızı sağlar. Sistem dışına atıldığınızda ne
yaşadığınızın önemi yoktur.
Evet o sizin
sorununuzdur ve nasıl başa çıkacağınız ise size kalmıştır.
14 Mayıs 2016 Cumartesi
KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN KONFORMİST / THE CONFORMİST Bernardo Bertolucci
“Mağarada zincirlenmişlerin
izledikleri gölgeler”
Devasa binalar insana kendini daha da küçük hissettirmek için yapılır. Daha kapıdan içeri girer girmez acizliğini hissedesin ve sesini çıkarmayasın diye. Soğuk, büyük kasvetli yerlerdir. Ve çokta tekin görünmezler, içten içe korkuyu deneyimler, yutkunur ve hizaya girersin.
Güçlüden yana olmak konforludur. Düzenin geniş olanaklarından yararlanır ve refah bir yaşam sürersin.
Clerici’ klasik eğitim almış bir Devlet Memurudur. 1938 li yıllarda Faşist Parti’nin gizli polis teşkilatında çalışmak üzere başvuruda bulunmuş ve güvenilirliği ile ilgili araştırmaların bitmesini beklemektedir. Aynı zamanda küçük burjuva bir ailenin kızı ile nişanlanmış ve evlilik hazırlıkları yapan bir adamdır.
“Normal bir görünüm kazanmak istiyorum” der neden evlenmek istediğini soran Radyo programcısı en yakın arkadaşına.
1922 yılında İtalya da Başbakan olarak iktidara gelen Mussolini Faşist Parti’ nin kurucusudur. İtalyanca Lider, önder anlamındaki “Duce” unvanını kullanan Diktatörün kitleleri harekete geçirerek arkasına taktığı hedef, ülkesini Roma İmparatorluğu’nun eski ihtişamlı günlerine döndürmekti.
Ekonomide kendisini iktidara taşıyan gurupları destekleyerek tarım ve endüstride yarattığı canlılık İtalya da işsizliği azaltınca halk arasında desteği artmıştı. Ancak oluşan bu ekonomik iyileşme kendi çılgın hayalleri ülkeyi II. Dünya Savaşına sokunca Ülke perişan oldu.
Bernardo Bertullici 1940 yapımı filmde iktidarın güçlü dönemlerinde polis devletinin işleri nasıl yürüttüğünü hatta ülke dışındaki muhaliflere bile nasıl uzandığını son derece sade bir anlatımla vermiştir.
Normal/Konformist kavramını sorgulayarak izleyiciyi yakalamak isteyen usta yönetmen filmi tamamlarken kat kat inşa ettiği için, her katta ayrı bir hesaplaşma ile yüzleşmek kaçınılmaz oluyor.
Kahramanımız Clerici’nin bastırılmış eşcinsel yönelimine de gönderme yapan bölümlerde normallik meselesini ters köşe üzerinden sorgulamış. Akıl hastanesinde yatan bir baba ve evdeki şoförle olan ilişkisini saklamak gereksinimi duymayan bir anne. Toplumun dayatmaları karşısında kendini çok güçsüz hissedince; normal olarak ya da çevresindeki insanlar tarafından normal sayılarak hayatı daha kolay sürdürebileceğini düşünen bir çocuk; Clerici.
Gizli Teşkilata kabul edildiğinde kendisine yardımcı olarak gönderilen adama verdiği ilk görev ise annesinin aşığı olan şoförü ortadan kaldırmasıdır. İçindeki fırtınalardan kurtulmasının tek yolu normalleşmesidir.
Evlilik için, nikah kıyacak olan Kilise damadın günah çıkarmasını şart koşmuştur. Ben inançlı değilim yapamam der ama gelin adayı kimse inançlı değil bu sadece bir formalite deyince Kilisenin yolunu tutar. Günah çıkarmak için gittiği Rahip işlediği cinayetten ziyade eşcinsel ilişkisine odaklanınca öfkesine hakim olamaz tabi ki.
En yakın dostu kör bir adam olan İtalio ile bekarlığa veda partisinde yaptıkları konuşma çok şeyi açıklar.
Sıradan insan başkalarına güvenmez. Başkaları yabancı ne olacağı belli değil. Normal olmak korunaklı, güvenli liman. Normal bir adam önünden geçen kadının kalçalarına bakar, bakmayanlar ise sakıncalı, tekin değil. Sıradan bir adam; gerçek bir vatansever ve faşisttir diyerek görüş birliğine varırlar.
Paris’e balayına gider normalleşmek üzere seçtiği yeni karısıyla. Balayı görünümünde gitmiştir ama asıl görevi ülkedeki ağır baskı ortamından iltica eden muhalif akademisyenlerden birini öldürmektir. Bu Profesör aynı zamanda üniversitede ders aldığı bir hocadır. Bir bahane ile görüşmeye gider ve İtalya daki insanların Eflatunun Mağara benzetmesindeki zincirlenmiş esirler gibi olduğunu konuşurlar.
Eflatunun Mağara benzetmesinde kullanmış olduğu zincirlenmiş esirleri şöyledir.
İnsanların büyük bir çoğunluğu karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkumdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler.
Günlerden bir gün içlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zahiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.
Eflatun’un bu mağara benzetmesinde: Mağaraya zincirlenmiş insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş kişiyi temsil eder.
Mağara; toplumu simgeler.
Zincir; toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleştirilmesinde engellerdir.
Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Bağnazlık ve dogma zihinlerden uzaklaştırıldığı zaman zincirlerinden kurtulan insan başını ışığa doğru çevirecektir.
“Siz gittiniz biz de faşist olduk” der.
Profesörün karısı daha çok ilgisini çeker aslında ama kadının ilgisi de Clerici’nin genç karısına yönelmiştir.
Ve nihayetinde Clerici’nin bastırılmış eşcinselliğini yok sayıp, normalleştirme arzusu ile çatışan öyküde faşist partinin gizli teşkilatında kendini var etmeye çalışan bir adam vardır.
Kutsal evlilik kurumu, çocuğuna gösterdiği şefkat, dua ile uykuya yatırması ve karısını bakire Meryem ile eşleştirdiği sahneler baştan sona dikkatinizi kaybetmeden izlemenizi gerektiriyor.
Mussolini iktidardan düşüyor, bütün hepsi gibi. Karısı endişeleniyor başımıza ne gelir diye ama Clerici ;
“Ben sadece görevimi yaptım” diyor şimdi de dışarı çıkıp bir Diktatörlüğün nasıl yıkıldığını izlemek istiyorum.
Film düz bir faşizm ya da diktatörlük eleştirisi olarak kalmayıp baskı rejimlerinin insanların evlerine, ailelerine hatta cinselliklerini bile nasıl pervasızca müdahale edebildiğini çok net ve abartısız bir biçimde anlatır. Böyle dönemlerde; insanların kendini topluma ait olmayan bir yerde gördüklerinde, bir yandan çaresizce kendini saklama uğraşlarını, diğer yandan da “normal” olduğunu ispat etmek adına ne kadar zulmün yanında durabildiklerini izlemek insanı hırpalıyor elbette.
Ancak senin kendini deşifre etmemek adına ya da güvende kalmak için durduğun taraf gölgelerden oluşan bir duvar ise eninde sonunda gerçeğin olduğu tarafa dönmek gerektiğinde kendini nasıl hissedeceksin? Gideceğin yönü bu sorunun yanıtı ile belirlemek değil mi insan olmanın anlamı.
22 Nisan 2016 Cuma
KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN BÜYÜK DİKTATÖR/ THE GREAT DICTATOR CHARLİE CHAPLİN
KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN
BÜYÜK DİKTATÖR / THE GREAT DICTATOR
CHARLİE CHAPLİN
Film " Yahudi Berber ile Diktatör Hynkel arasındaki benzerlikler tamamen tesadüftür" notuyla başlar.
Cephede savaşan asker ve hatta kumandanların dahi neyin peşinde olduklarını bilmedikleri bir karargahta sisler içinde ilerleyen askerler, kendi ordusu yerine düşman ordusunun içine karışan şaşkın kahramanımız, benzer bir şaşkınlıkla ve elbette daha da vahimi, her an, hiç tanımadığı biri tarafından öldürülebileceğinin bilincinde olmasının yarattığı ağır baskının altındaki insanlar.
Kitlelerin kendisi ile birebir hiç bir ilişkisi olmayan ama peşlerinden büyük bir hevesle koştukları bazı çılgınların büyük ihtirasları.Ve tabi ki diplomasinin de aslında tam anlamıyla bir sidik yarışı olduğunu kurgulayan muhteşem bir filim.
Derin bir gözlem yeteneği olan Chaplin filmi klasikler arasına sokmakta hiç zorlanmamış. Filmin konusu malum, çok da bilmediğimiz bir şey değil. Ancak şeytan ayrıntılarda gizli.
Hykelin'nin kalabalıkları coşturan bir mitinginin ardından, İç işleri Bakanı ve aynı zamanda en yakın danışmanı ile arabada durum değerlendirmesi yaparlarken; Danışmanın şu söyledikleri ilginçtir ancak çok da yabancı olduğumuz bir şey değildir ;
"Yahudiler için daha vahşi konuşmalıydın, çünkü ötekilere duydukları büyük öfke halka açlıklarını unutturuyor." der.
Gettolar da hayat; savaş sonrası ekonomik krizle birlikte daha da kötüleşmiştir. Fakat bundan daha da kötüsü kendilerine Fırtına Birliği adını veren Yahudi karşıtı askeri guruplardır. Yahudi esnafı korkutmak ve dükkanlarına zarar vermek onları için bir eğlence halini almıştır.
Diktatör'ün sarayı kocaman bir savaş makinesi gibidir. Diktatör'ün öncelikli hedefi Avusturya 'yı işgal etmek ve oradan bütün dünyayı ele geçirmekti ama bunun için paraya ihtiyacı vardı. Yabancı sermaye bulun diyordu İç işleri Bakanına. O da Bankaların bu borcu vermediğini ama Yahudi zengin iş adamlarının onları finanse edebileceğini ancak borç verecek bu kişilerin Yahudi düşmanlığı politikalarından hoşlanmayacakları anlatınca Hykele sorunu hemen çözer . Geçici bir yumuşama dönemi para sorununu halletmek için gözleri boyamaya yeterdi .
Gettolardaki Yahudiler umutlanır bu yumuşama döneminden. "Bize duydukları nefret bitse, kendi ülkemizde işimizi yapsak, çalışsak ne kadar zor da olsa ben kendi toprağımdan ayrılmak istemiyorum" diye hayaller kurmaya başlar zavallı insanlar.
Dünyanın İmparatoru olma hayalini kurduğu dans sahnesi muhteşemdir. Koskocaman bir balon şeklindeki dünya küresini parmağının ucunda döndürür, ayaklarının altına alır, evirir çevirir ve koskocaman hayallerin içinde kaybolur, çok mutludur. Heyhat nihayetinde bir balondur bu hayal ve elinde patlar. Hitler'in de gerçekten böyle bir balonu olduğu rivayetler arasındadır.
İzlemeye doyulmaz sahnelerden biri de Brahms'ın Macar Dansı eşliğinde yaptığı sakal tıraşıdır.
Ancak Yahudi İşadamı bekledikleri parayı vermeyince Yahudilere gösterilen geçici yumuşama politikasından aniden vazgeçilir. Fırtına Birliğine Gettolar da yeni gösteriler düzenlemesi emredilir. Ve sokaklarda savaş yeniden başlar. Herkes korkuyla yeniden evlerine kapanır.
En umutsuz anlarda bile hayalleri ayakta tutar yoksulları. Tonlarca yiyeceği çöpe atan varsıllara inat yine de çok çalışmak ve işten artmayacağına göre dişten arttırıp daha da az yiyerek gelecek güzel günlerde mutlu olmanın düşlerini kurarlar hep.
Sarayın havaya uçurulmasını planlar Diktatörün eski komutanı. Bu işi tabi ki Getto da yaşayan Yahudilerden biri yapacaktır. Çünkü Büyük Kumandan böyle soylu bir işi yapan kişinin hiç unutulmayacağını, ölümsüz olacağını söyler. Her ne kadar bedeni paramparça olsa da ruhuna dokunulmayacaktır sonuçta.
BÜYÜK DİKTATÖR / THE GREAT DICTATOR
CHARLİE CHAPLİN
"Ölüm Hep Bana, Bana mı Düşer Usta."
Film " Yahudi Berber ile Diktatör Hynkel arasındaki benzerlikler tamamen tesadüftür" notuyla başlar.
1940 yapımı film Charlie
Chaplin'nin ilk sesli filmidir. Almanya da yasaklanmıştır ancak rivayet odur ki
Hitler filmin bir kopyasını buldurup,iki kere izleyip hiç yorum yapmamıştır.
1944 yılında İtalya da
gösterilirken Hitler'e ait sahnelerde çok gülen askerler Mussolinin
karikatürize edildiği sahnelerde ise gülmeye cesaret edememişler ve film bu
ülkede de 1961 yılına kadar yasaklanmıştır.
Savaş sırasında Alman
işgalinin olduğu Balkanlarda bir gurup direnişçi filmin bir kopyasını ele
geçirip o sırada gösterimdeki başka bir filmle değiştirip Alman askerlere
izletirler. Askerler durumu fark edene kadar epey gülerler ama olayı fark
edince salonu terk ederler.
Tomanya Ülkesinin 1. Dünya
savaşında, cephede kazmış olduğu hendeklerde başlar hikayemiz. Herkes
anlaşmalar yapıp savaşı bitirmenin telaşındayken Tomanya hala yeni silahlar
icat edip savaşı kazanmanın yollarını aramaktadır.Cephede savaşan asker ve hatta kumandanların dahi neyin peşinde olduklarını bilmedikleri bir karargahta sisler içinde ilerleyen askerler, kendi ordusu yerine düşman ordusunun içine karışan şaşkın kahramanımız, benzer bir şaşkınlıkla ve elbette daha da vahimi, her an, hiç tanımadığı biri tarafından öldürülebileceğinin bilincinde olmasının yarattığı ağır baskının altındaki insanlar.
Kitlelerin kendisi ile birebir hiç bir ilişkisi olmayan ama peşlerinden büyük bir hevesle koştukları bazı çılgınların büyük ihtirasları.Ve tabi ki diplomasinin de aslında tam anlamıyla bir sidik yarışı olduğunu kurgulayan muhteşem bir filim.
Derin bir gözlem yeteneği olan Chaplin filmi klasikler arasına sokmakta hiç zorlanmamış. Filmin konusu malum, çok da bilmediğimiz bir şey değil. Ancak şeytan ayrıntılarda gizli.
Hykelin'nin kalabalıkları coşturan bir mitinginin ardından, İç işleri Bakanı ve aynı zamanda en yakın danışmanı ile arabada durum değerlendirmesi yaparlarken; Danışmanın şu söyledikleri ilginçtir ancak çok da yabancı olduğumuz bir şey değildir ;
"Yahudiler için daha vahşi konuşmalıydın, çünkü ötekilere duydukları büyük öfke halka açlıklarını unutturuyor." der.
Gettolar da hayat; savaş sonrası ekonomik krizle birlikte daha da kötüleşmiştir. Fakat bundan daha da kötüsü kendilerine Fırtına Birliği adını veren Yahudi karşıtı askeri guruplardır. Yahudi esnafı korkutmak ve dükkanlarına zarar vermek onları için bir eğlence halini almıştır.
Diktatör'ün sarayı kocaman bir savaş makinesi gibidir. Diktatör'ün öncelikli hedefi Avusturya 'yı işgal etmek ve oradan bütün dünyayı ele geçirmekti ama bunun için paraya ihtiyacı vardı. Yabancı sermaye bulun diyordu İç işleri Bakanına. O da Bankaların bu borcu vermediğini ama Yahudi zengin iş adamlarının onları finanse edebileceğini ancak borç verecek bu kişilerin Yahudi düşmanlığı politikalarından hoşlanmayacakları anlatınca Hykele sorunu hemen çözer . Geçici bir yumuşama dönemi para sorununu halletmek için gözleri boyamaya yeterdi .
Gettolardaki Yahudiler umutlanır bu yumuşama döneminden. "Bize duydukları nefret bitse, kendi ülkemizde işimizi yapsak, çalışsak ne kadar zor da olsa ben kendi toprağımdan ayrılmak istemiyorum" diye hayaller kurmaya başlar zavallı insanlar.
Dünyanın İmparatoru olma hayalini kurduğu dans sahnesi muhteşemdir. Koskocaman bir balon şeklindeki dünya küresini parmağının ucunda döndürür, ayaklarının altına alır, evirir çevirir ve koskocaman hayallerin içinde kaybolur, çok mutludur. Heyhat nihayetinde bir balondur bu hayal ve elinde patlar. Hitler'in de gerçekten böyle bir balonu olduğu rivayetler arasındadır.
İzlemeye doyulmaz sahnelerden biri de Brahms'ın Macar Dansı eşliğinde yaptığı sakal tıraşıdır.
Ancak Yahudi İşadamı bekledikleri parayı vermeyince Yahudilere gösterilen geçici yumuşama politikasından aniden vazgeçilir. Fırtına Birliğine Gettolar da yeni gösteriler düzenlemesi emredilir. Ve sokaklarda savaş yeniden başlar. Herkes korkuyla yeniden evlerine kapanır.
En umutsuz anlarda bile hayalleri ayakta tutar yoksulları. Tonlarca yiyeceği çöpe atan varsıllara inat yine de çok çalışmak ve işten artmayacağına göre dişten arttırıp daha da az yiyerek gelecek güzel günlerde mutlu olmanın düşlerini kurarlar hep.
Sarayın havaya uçurulmasını planlar Diktatörün eski komutanı. Bu işi tabi ki Getto da yaşayan Yahudilerden biri yapacaktır. Çünkü Büyük Kumandan böyle soylu bir işi yapan kişinin hiç unutulmayacağını, ölümsüz olacağını söyler. Her ne kadar bedeni paramparça olsa da ruhuna dokunulmayacaktır sonuçta.
"Elim sanata düşer
usta
Dilim küfre, yüreğim
acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Demiş "Çırak
Aranıyor" şiirinde, Şair Refik Durbaş. Var mı bu sorunun yanıtı ?
Aslında bu yüce onur
için hiç kimse istekli değildir. Kura çekme sahnesinde o kadar güzel anlatır ki bunu Sevgili Şarlo.
Bu kadar çarpıcı şeyleri
anlatırken bile hep naiftir,hüznü vardır ama öfke yaratmaz. Umuda inanır, öfke
ile değil kararlılıkla, vazgeçmeden savaşmak gerektiğine inanır sanki.
Filme dönersek yine ; Bakteria
Ülkesinin Diktatörü'de Avustralya yı işgal etmek istemektedir. Güç gösterisi
yaparak karşı tarafı caydırmak isterler ve ülkeye davet ederler. Diplomasinin
gerçek yüzünü izlerken gülmekten bayılabilirsiniz.
Film elbette ki dört dakika süren bitiş konuşması ile de
ünlüdür.
"Askerler! Zorbalara itaat etmeyin. Onlar
sizi eziyor; düşüncelerinizi, hislerinizi ve hareketlerinizi planlıyor, sizi
koyun yerine koyuyorlar. Sizi aç bırakıp, hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp
topun ağzına sürüyorlar. İnsanlıktan çıkmış, beyni ve kalbi makineleşmiş
kişilere teslim olmayın. Sizde nefret yok, sevilmeyen kişiler nefret eder
ancak. Askerler! Esirlik için değil, hürriyet için savaşın..."
20 Mart 2016 Pazar
GAZAP ÜZÜMLERİ / THE GRAPES OF WRATH YÖNETMEN : JOHN FORD
"Hasat Zamanı Göçmen İşçi Daha Sonra Yalnızca Bir Serserisin"
Daha iyi koşulları bilmeyince bunca sefalet de
normalleşiyor. Yoksulluk da aşağı doğru genişleyen, ucu bucağı görünmeyen gayya
kuyusu sanki. Acı çekmeye başlayınca insan bir süre sonra kanıksıyor. Yokluk,
yoksulluk, sürgün, göç ya da savaş gibi olağandışı koşullarda bile hayatta
kalmanın bir yolu bulunuyor.
Amerika da 1929 yılında başlayan Büyük Buhran milyonlarca orta sınıf insanı silindir gibi
ezdi geçti. Kriz koşulları ve tarım arazilerinin büyük şirketlerin eline
geçmesi - kapitalistleşmesi- küçük toprak sahibi olan aile işletmesi çiftçilerin sadece topraklarını
ellerinden almakla kalmadı aynı zamanda evlerinden, köylerinden ayrılmalarına
sebep oldu.
John Steinberck'in Gazap Üzümleri romanı 1940 yılında John Ford tarafından sinemaya
uyarlandı. Film romanın güçlü altyapısı ve yönetmenin sağlam uyarlaması ile
klasikler arasında yerini aldı. En iyi yönetmen ve en iyi yardımcı kadın oyuncu
( Jane Darwell anne rolü ile ) Oscar ödüllerini aldı.
Film bir yol ve aynı zamanda umudun öyküsü. Çok başarılı bulunmasına rağmen Amerika da
bir çok eyalette gösterimi yasaklanmıştı. Daha da ilginci ise komünist Rusya da yasaklanmasıydı. Yasak gerekçesi ise
Amerika da en yoksul ailenin bile araba sahibi olabildiğinin
gösterilmesiydi. Velhasıl yönetim şekli
ne olursa olsun bizim beğendiklerimizi görüp, öğrenip, izleyebilirsiniz der her zaman iktidar olanlar.
Dünya savaşı sonrası kapitalizm gözünü küçük
işletmelerin küçük kazançlarına da çevirmişti. Tarımın modernleşmesi adı
altında uygulanan tekniklerle, insan gücü rekabet etmeyi başaramayınca önce
bankalara borçlandırılan çiftçilerin daha sonra da toprakları ellerinden
alındı.
Benim elimden bir şey gelmez diyordu topraklarını
terk etmelerini söylerken bir yandan da
purosunu tüttüren melon şapkalı, havalı arabalı adam. Şirketteki müdür ve
bankada çalışan adamın da. Biz sadece verilen emirleri uyguluyoruz.
"Peki ben kimi vuracağım o zaman" diye
sordu çiftçi, kim bunun sorumlusu?
" Sorumlu yok, sistem bu efendim" Hala
benzer cümleler pek çok yerde karşımıza
çıkmıyor mu?
Küçük çiftçiler
büyük şirketlerin eline geçen tarım arazilerinden zorbalıkla çıkarılmaya
başlayınca açlık ve sefalet de kapıyı
çalmıştı. Bir biçerdöver 15 insan eder
hesabı yapılınca; mülksüzler evlerinden çıkarılıp yollara atılırlar.
Ellerine geçen bir el ilanın da Kaliforniya'nın
verimli topraklarında çalışmak üzere 800 işçi aranıyor haberi herkes için çok caziptir. Joad ailesi de aynı umutla yola çıkmaya karar
verir
" Başka bir şansın yoksa bir şeyi yapmak için
cesaret gerekmez" filmin en belirgin diyaloglarından biridir. Külüstür bir
kamyonetle Oklahoma dan Kaliforniya ya gitmek için 10 kişi yola çıkarlar.
Toplam da 200 dolar olan paralarının 75 doları ile yolculuk yapacakları kamyoneti alırlar kalan miktar ile de 2.500 km
lik yolu gideceklerdir. 1930 lu yıllar. Ulaşım oldukça zor ve zahmetli.
Mola verdikleri kamp alanlarında karşılaştıkları
diğer gidenler ve geri dönenler morallerini bozmaya başlar. 800 işçi arayan adam 5.000 adet ilan
dağıtmıştır. Bunu 20.000 kişi görse ve 2.000 kişi gelse yine de bir iş için
ortalama üç adam seçeneği olacaktır iş sahibinin. Bu da en ucuza çalışan
bizimdir diyenlerin ekmeğine yağ sürecektir. Açlıkla/tokluk arasında kalmak,
yaşamakla ölmek arasında seçim yapmak gibidir.
Kaliforniya'ya vardıklarında kendileri gibi göç eden
yoksulların toplandıkları Kamp alanına gönderilirler. Manzara içler açısıdır.
İnsanlar sefalet içinde, iş bulup karınlarını doyurma umuduyla bu kamplarda
bekleşmektedirler. İşçi arayanlar ise gelip en ucuza çalışacak olanları
seçmektedir. Hak aramak isteyenlere ise takılacak kulp bellidir.
"Kışkırtıcı".
Kamp görevlileri kaç kişisiniz diye sorduktan sonra
bir de öğüt veriyorlardı. "İşini yap, sadece kendi işini yap ve başka hiç
bir şeye burnunu sokma."
Yolda ölenleri de olur. Tom ve Anne filmin en güçlü
karakterlerdir. Yaşamın umut, direnç kısmını anlatırlar. Okuma yazması olmasa
da tek amacı ailesini korumak olan anne; olayların arasında dünyaya bakışını
değiştirmeye başlar.
Oğlu, yakın
dostu vaizi öldüren güvenlikçiye kendini
korumak için vurunca adam ölür, linç etmek için Tom'u aramaya başlarlar, Anne
oğlunu hem saklar hem de şu sözlerle ona hak verir;
" Bir zamanlar topraklarımız vardı, bakınca
ucunu gördüğümüz sınırlarımız, tarlalarımız vardı, yaşlılar gençlere bunları devrederek yaşam sürerdi. Aileydik, bütündük
ve temizdik. Ama artık temiz kalmamıza izin vermiyorlar, dağılıyoruz.
Çocuklarımız kötü şartlarda ve vahşice büyüyorlar, inanacak hiç bir şey
kalmadı."
Kendi yaşadıkları, etraftaki aç, çıplak bakımsız
insanlar, bütün gün ölesiye çalıştıktan sonra kazandıkları paranın karınlarını
doyurmaya dahi yetmemesi, karşılaştığı diğer insanların anlattıkları, sorular
sormaya başlamasına neden olur.
Grev, grev kırıcı, bir işe birden fazla talip olursa
alınan ücretin azaldığı, birbirine düşman olmadan güçleri birleştirmek
gerektiği, haklar, haklılıklar hepsi bilinç üstüne çıkmaya başlar.
Bir adamın yüzlerce hektar arazisi varken yüz bin
çiftçi aç, belki bu sorunun cevabını anlayabilirim, bulabilirim der ufka doğru
yürürken Tom Joad.
Yazar da yönetmen de umutsuz değildir aslında. Ancak
bunca zaman sonra bile hala aynı koşulların yaşanmadığını kim söyleyebilir ki.
"Bir ara yenildik sandım, hepimiz kayıp
gibiydik ve kimsenin de umurunda değildik. Ama nehir akmaya devam eder her
zaman. Artık bir daha hiç korkmam, zor günler bizi güçlendirir. Bizi yok
edemezler, sonsuza dek var olacağız, çünkü biz insanız" diyen anne her
şeye rağmen güven ve umut verir
hepimize.
Tıpkı Nazım Hikmet'in dediği gibi ;
Güzel günler
göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...
12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN YÖNETMEN : HENRY FONDA
12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN
ÖN YARGI GERÇEĞİ GÖRÜNMEZ KILAR
Kamera Newyork Yüksek
Mahkemesi'nin heybetli sütunlarını aşağıdan yukarı doğru çekerken; "Adalet gerçeğin
temelidir" demeye çalışan bir cümle ile başlar film.
Yargıç Jüriyi karar odasına
yollarken "Bir adam öldü, bir diğerinin hayatı tehlikede. Bu da sizin
sorumluluğunuz da." der.
Sistem kararın oybirliği ile
alınmasını zorunlu kılar. Üst Mahkeme yoktur. Jürinin kararı ölüm/kalım
kararıdır.
Film boyunca ölümüne ya da
yaşamasına karar verilecek olan delikanlının yüzünü görürüz, masumiyetini
anlatmak ister gibidir.
1957 ABD yapımı Sidney Lumet'in
yönettiği başrolünde Henry Fonda'nın ve diğer aktörlerin sağlam oyunculukları
ile ölümsüzleştirdiği klasiklerdendir.
Tek mekan, isimsiz on iki adam filmi başından sonuna kadar heyecanla izletir.
Adalet sistemini toplumsal
önyargıların içinde sorgular. Sağlam
durup haklı mücadelesini veren tek bir adam bile sonucu değişebilir. Yeter ki karşısında duran
kitlenin kafasına doğru bildikleri hakkında şüphenin tohumlarını ekebilsin.
Aslında çoğumuz yaşadığımız
güvenlikli mekanlarımızda ön yargılarımızın arkasına saklanarak vicdanımızı
rahatlatmaya çalışmıyor muyuz?
Yardım kuruluşlarına yaptığımız
bir kaç kuruşluk bağışlarla vicdanımızı rahatlatıp keyfimize bakmaya devam
etmiyor muyuz?
Arka cephelerde neler oluyor bu
soruları sormaktan özenle kaçınmıyor muyuz?
Kenar mahalleden bir çocuk/kadın
ya da adam cinayet ile yargılanıyorsa mutlaka suçlu mudur?
Suç işlemek aslında bir
alışkanlık mıdır?
Yaşadığın ortam ve şartlar suça
itebilir ya da o mahallede bizim suç
dediğimiz şeyler yaşamayı sağlayan gereklilikler midir?
Doğası gereği yaşam bazen bunu da
seçeneksizce sunabilir.Fakat bütün deliller yeterli olmasa da sırf orta sınıfın
tuzu kuru kitlesi senin suça yatkın olduğunu düşünüyor diye idam hükmünü hiç sorgulamadan
verebilir mi?
Şehrin kenara atılmış mahallesinde yaşayan 18 yaşında bir delikanlı. 9 yaşında
annesi ölmüş, baba hapse girince yetimhaneye gitmiş, sabıka dosyası hırsızlık,
gasp vb. suçlarla hayli kabarık. Şu anda da babayı öldürmekten suçlu bulunmak
üzere.
Jüri üyeleri isimsiz, her birine
numaralarla hitap edilmektedir. Hepsi
toplumda saygı gören işleri yapmaktadır. Hatta kendini diğerlerine tanıtmak
için kartvizitini vermek, yaptığı işin reklamını yapmak dahi son derece
doğaldır.
Bazı işler vardır ki; insanlar
bunlara üçüncü sayfa haberleri gibi, kendilerinin o kadar dışında bakarlar ki,
hiç duygusal bağ kurmazlar. İşletmelerin personel işlerine bakan servisinde işe son verileceklerin listesi,
hastanedeki ölüm raporları, hapishanedeki idam mahkumları gibi tıpkı. O
insanların evleri, geçindirmek zorunda oldukları aileleri, onları seven
yakınları yoktur sanki. Ya da yakınlarımız değillerdir. Jüri içinde ölüm kararını oylamak, son derece sıradan bir iştir.Herkes ikna
olarak gelmiş bu işi bir an önce bitirip işlerine /evlerine / yaşamlarına /
eğlencelerine dönmek istemektedir.
Akşamki beysbol maçına bileti olan adam sürekli saatine bakar,
biletin yanmasını ve maçı kaçırmayı istemez. Nitekim bitse de gitsek psikolojisi ile oyunu
çoğunluğa uymak üzere değiştirir ve bundan hiç rahatsızlık duymaz. Ne var ki
bunda diye de savunur kendini.
Mahkemenin tayin ettiği bir
Avukat savunur çocuğu. Çok para kazandığı ya da ona şöhret kazandıracak bir iş
değildir ve zaten de bu çocuğun bu suçu işlemesi kuvvetle muhtemeldir. Tanıkları
ve delilleri çok da araştırmadan kabul edip sıradaki diğer işlere bakmalıdır. Davada
sonuç aslında bellidir.
Vicdan ise 8 numaralı adamdır. "Suçsuz
olabilir, ben yeterince ikna olmadım" der. Her yerde bir tane böyle birisi
çıkar ve işleri bozar diye homurdanır üç tane tamirhanesi olan işi başından
aşkın adam.
"Makul şüphe" tanımı
ile olayı sorgulamaya başlar ve yavaş yavaş bu şüphenin tohumlarını diğer
üyelerin de beyinlerine ekmeye başlar.
Vaka-i adiye'den sayılabilecek
önemsiz, önyargılarla çoktan mahkum edilmiş bir çocuğun insan olma kimliği
çıkar ortaya. Vicdanların sesi olur itiraz eden Jüri üyesi. Kesin gözü ile
bakılan delilleri ve şahitleri sorgulatmaya başlar.
Herkes neden suçlu bulduğunu söylesin ve 8 numarayı ikna etsin diye karar verilir. Bu soruya mantıklı
gerekçelerle yanıt vermekte zorlandıkça
birbirlerinden ve kendilerinden şüphelenmeye başlarlar.
Önyargı bütün gücüyle savaşır
vicdanla. Kenar mahalledekiler böyledir der çoğunluk. İçki ve sefahate düşkündürler, zevk için adam öldürürler ve
asla düzelmezler. Dürüstlük nedir bilmez sürekli yalan söylerler. Ben onların
ciğerini bilirim diyen zihniyet suçtan emindir.
İnsan psikolojisini de sorgular
adamakıllı. Tanıklık edenlerin ifadelerindeki kesinlik masaya düştüğünde her
bir tanık içinde ayrı bir çözümleme yapar. Birinci tanık yaşlı adamın da
önyargı ile cinayetten emin olduğu için verdiği ifadeye inandığını söyler.
Mahkemeye çıkmak, görünür olmak, söylediklerinin dinlenmesi hayata atacağı
yegane goldür belki de. "Hiç kimse olmak son derece üzücü bir şeydir"
repliği vurucu cümlelerdendir.
Diğer tanık karşı evdeki pencereden cinayeti gördüğünü söylemiştir.
Tartışmaların sonunda kadının genç görünmek için gözleri bozuk olmasına rağmen
gözlük takmadığını anlarlar. Yatakta yatarken gözlük takmasının da imkansız
olduğunu fark ettiklerinde, bu tanıklığında önyargı ile zaten işlemiştir diye
yapıldığı ortaya çıkar.
Film izleyici ile çocuğun suçlu
olup olmadığının tartışmasını yapmaz aslında. Önermesi çocuğun bulunduğu çevre
ve koşullar gereği var olan toplumsal
önyargının gerçekleri görmeyi engellemesidir.
Suçsuz bile olsa suçlu olduğu konusunda herkes hem fikirdir.
Yoksullar, herhangi bir nedenle
öbür tarafa düşmüş olanlar, suçludurlar. Dünyadaki adaletsizliklerin sorumlusu
sorgulayamayacak durumda olanlardır. Ne zaman derin bir öfke ile başlarını
kaldırmaya kalksalar şiddetle cezalandırılmaları gerekenlerdir.
Öyle ya yılanların başı küçükken
ezilmezse sonra nasıl baş edilir. SUÇLU
der bu nedenle bir şekilde kendini büyük resimde bir yere sığıştırıp üç
beş kuruşluk düzenini bozmak istemeyenler. Zaten onlar da öyledir dediklerinde
huzur uykuları sarar her yanlarını.
6 Ocak 2016 Çarşamba
SAVAŞIN DÖNÜŞÜ VAR MI ? / KARLA'NIN ŞARKISI /KEN LOACH
SAVAŞIN DÖNÜŞÜ VAR MI ? /
KARLA'NIN ŞARKISI /KEN LOACH
KARLA'NIN ŞARKISI /KEN LOACH
"Bütün bu olanlara inanmak çok zor" der Glasgow'da 72 numaralı hatta çalışan Belediye
Otobüs şoförü George filmin Nikaragua'da biten final sahnesinde. Savaştan dönüş
var mı gerçekten hiç bir şey bir daha eskisi gibi olur mu ? Yaşananlar unutulur
mu, evini bırakıp gitmek mi zor, yoksa kalıp cehennemi yaşamak mı her şeye
rağmen.
" İlk başta ben sanmıştım ki bu fonla hayırlı bir iş
yapılıyor, çocuklar kurtarılıyor. Ama işin içine girince bir de baktık ki belli
bir tabakadan siyah çocukları Kenya'lı işadamları ile işbirliği halinde
eğitmekle uğraşıyorlar; bunlarla yeni Kenya'nın, yeni orta sınıfını ve devlet
memurlarını, İngiliz tarzında eğiterek,
disipline ederek oluşturacaklar....
Orada görevli Amerikalı siyah bir öğretmen tüm bunların yeni
sömürgecilikten başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bütün bunları anlattık
tabi filmde. Save The Children küplere bindi, film gösterilmedi. ( Kaynak: Ken Loach ve Filmleri : Hangi
Taraftasınız? Antony Hayward / Agora Kitaplığı )
Yönetmenin ilk sansürüdür. Save The Children (Çocukları
Kurtarma Fonu ) Loach'a faaliyetlerini tanıtmak amacıyla Kenya ve Uganda da çekilmek
üzere bir belgesel ısmarlar. Kırk küsur yıllık sinema yaşamında
demokrasisi ile övünen ve sömürgeleri sayesinde üstünde güneşin batmadığı Büyük
Britanya İmparatorluğunda filmleri, belgeselleri sansürlenir hatta İngiltre İç
İstihbarat Teşkilatının sakıncalı şahıslar listesine adını yazdırır.
Filmografisi gerçekçi ve insani öyküler sunar. Kıyasıya bir
sistem eleştirisi vardır. Kendi ülkesinde Neo-liberal politikaların altında
ezilen işçi sınıfının yanında durduğu gibi İrlanda'da Britanya tarafından
yürütülen kirli iç savaşı afişe etmesi, İspanya iç Savaşı ve Nikaragua'da CIA
destekli kontra terörü anlatan filmleri ile bağımsız sinemasını çekmeye devam
eder.
1996 yapımı Karla'nın Şarkısı (Carla's Song) filmi bir aşk
hikayesi çerçevesinde iki bölümlü, ikinci yarıda yoksul Nikaragua görüntüleri ile savaşın dehşetini bir
Avrupalı'ya yaşatmanın ya da anlatmanın çabasıdır.
George İskoçya'nın en büyük şehri Glasgow'da belediye
otobüsünde şofördür. Kurallara uymaktan hoşlanmayan, sistemin baskıcı dayatmaları
ile ufak tefek dalgasını geçen bir adamdır.Bu nedenle de üstlerinden sıklıkla
uyarı almaktadır. Otobüse para vermeden binen yabancı bir genç kızı yakalayıp
onu bağıra çağıra polise teslim edeceğini söyleyen bilet kontrol memuru ile
tartışıp kızın otobüsten kaçmasını sağlar. Ve tabi ki işten uzaklaştırma alır.
Carla Nikaragua' da
müzik gurubu ile çalışan bir
dansçıdır. Ülkenin çeşitli bölgelerinde gurupla dolaşırken Amerikan
Hükümetinin solcu hükümeti düşürmek için yarattığı sanal ama gerçek iç savaştan yaşadıkları nedeniyle kaçıp
İskoçya'ya sığınmış, İngiliz göçmenlerle yaşama tutunmaya çalışan bir kızdır. George kıza aşık olur, işini,
nişanlısını ve ülkesini bırakıp peşinden Nikaragua ya gider. Carla'nın geçmişi
ile yüzleşip iyileşmesi gerektiğini düşünmektedir.
Nikaragua Amerika' nın bir şekilde yönetmekten vazgeçmediği
tipik bir Güney Amerika ülkesi. Doğal kaynaklarının Amerikan destekli ailelerin
yönettiği hükümetler aracılığı ile küresel sermayeye aktarıldığı, halkın
çoğunluğunun yoksulluk ve sefaletle boğuştuğu dünya coğrafyalarından sadece
biri.
1979 yılında yapılan devrim ile yönetim Sandinistaların
eline geçince Amerika'nın ekonomik ambargo ile boğmaya çalıştığı yoksul ve
çaresiz insanlar. Bir yandan ekonomik yaptırımlar sürerken diğer taraftan CIA
nin desteklediği solcu hükümeti devirmeye çalışan anti-komünist
kont-gerillalar.
Ülkede bir yerden bir yere gitmek için balık istifi
otobüsler ya da kamyonlar kullanılmaktadır. Kamyonun arkasında seyahat ederken
yerli halk George sorar. Senin ülkende ne yetiştiriliyor diye. Fasulye, mısır,
kahve, kavun ne üretiyorsunuz sorusunu "hiçbir şey " diye yanıtlar.
Düşünür sonra çantasından viski şişesini çıkarır biz sadece bunu üretiriz der.
Şişeyi alıp tadına bakan köylülerden biri "İçine ettiğimin harika ülkesi"
der ve hep birlikte gülerler. Öyle ya sömürmek varken üretmeye ne gerek var.
Zor işleri yapacak bir sürü yoksul var dünyada.
Carla ve köylüler anlatmaya devam ederler yolculuk
süresince. Biz bu devrimi korumakta kararlıyız. Her evden bu yola verdiğimiz
canlarımız var. Daha önce sadece bir kişiye ait olan toprakta şimdi kırk aile geçiniyor. Amerika'lı
gringoların dönüp bunu bizden almasına
izin vermeyeceğiz.
Yeni dünya düzeni kirli
oyunlarından vazgeçmez. Ronald Reagan döneminde patlak veren İrangate
skandalının iç yüzü hala tam olarak bilinmemektedir. ABD yönetim kademesinden
birilerinin İran'a silah satıp buradan kazanılan parayı ise yasadışı bir
şekilde Nikaragua'daki solcu hükümeti devirmek için çalışan anti-komünist
gurupları desteklemek için kullandığı ortaya çıkar. Filmin sonunda Bradley bu
gerçeği George anlatır aslında.
Carla yaralanan ve sonrasında akıbeti belli olmayan eski
erkek arkadaşını bulmak için ülkesine dönmüştür. Koşullar savaş koşullarıdır.
George geldiği yeri şaşkınlıkla izlemektedir. Mayınlı arazilerden geçen
otobüste olan patlamayla ölen ve yaralananların ortasında kalması, silahlı
çatışmalar Carla'nın ailesinin olduğu köydeki hastane ve okula yapılan havan toplu
saldırının ortasında kalmak onun bildiği hayatlardan çok uzaktır.
Bu yoksulluğa rağmen ülkesine ve devrime inanmış gençler
harıl harıl çalışmakta, müzik ve dans sürmektedir. Gece eğlencesinden sonra
şiddetli bir saldırıya uğrayınca George dönmeye karar verir ve sonunda
gerçeklerle yüzleşir.
İzleyici bir olayı karşıdan izlemekle ya da bildiğini düşünmek
ile içinde yaşamak arasındaki farkı
filmin her karesinde sorgular. Nikaragua şehirleri, duvar yazıları posterleri,
yoksul insanları, taş ve sopalarla kendilerine oyun kuran ve kahkahalarla
oynayan çocukları. Şarkıları, ezgileri her koşulda gülmek yaşamak ve aşktan
vazgeçmeyen insanları.
Ve diğer tarafta hiç sevmemiş belki de hiç bağıra çağıra
şarkı söyleyip dans etmemiş insanların kinlerini kusmak için bu pis savaşları,
kirli tuzakları kurmaya devam ettikleri dünya.
Yoksa gücün, paranın ve iktidarın bu kadar fazla olması ne
işine yarar ki insanın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)