18 Kasım 2016 Cuma

GÜNÜMÜZ SİNEMA KUŞAĞINDAN / ÜLKE VE ÖZGÜRLÜK LAND AND FREEDOM / KEN LOACH

GÜNÜMÜZ SİNEMA KUŞAĞINDAN
ÜLKE VE ÖZGÜRLÜK   
LAND AND FREEDOM / KEN LOACH





“Yaşadığımız yüzyılda, halkın bu gezegenin gerçek sahibi olabilmesi için birkaç büyük fırsat çıkmıştı ve bu da onlardan biriydi.” Diyor İspanya İç Savaşı için Ken Loach.
“Bunun neden gerçek olamadığı ise ilginç bir öykü oluşturuyor, çünkü bana kalırsa, çok fazla insanın bilmediği, önemli bir öykü bu; oraya savaşmaya giden ve düpedüz satılan insanların öyküsü gibi mesela. Faşistlerin kötü adam, başka herkesin de iyi adam olduğu bir film yapmakla yetinecek olsaydık, bunun ilginç bir tarafı olmayacaktı, çünkü bu hem kolaya kaçmak, hem de Cumhuriyetçiler tarafında dönen kötülükleri saklamak olurdu. Oysa asıl trajedi buradaydı. (Hangi Taraftasınız? Ken Loach ve Filmleri/Anthony Hayward)
Yönetmen İspanyol İç Savaşının öyküsünü, yenilen Cumhuriyetçilerin gözünden anlatıyor ve onları devrimin ilk günlerinde bölmeye başlayan ayrılıklara odaklanıyordu.
1936-1939 yılları arasında yaşanan bu İç savaş bütün dünyadaki komünistler için kaybedilmemesi gereken bir cephe gibi görülmüş ve pek çok ülkeden gönüllü olarak bu savaşa katılanlar olmuştur. Ancak bu gönüllü idealistlerin oluşturduğu milisler her ne kadar Rusya ve Meksika tarafından desteklense de, General Franco liderliğindeki Cumhuriyetçilerin arkasındaki Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalya’sının maddi ve silah desteği galip gelmiştir. Savaş sonrası da binlerce muhalif öldürülmüş ve yine binlercesi sürgüne gitmiştir. Franco ise 1975 yılında ölene kadar iktidarda kalmış ve İspanya da köklü değişimler yapmıştır.
Filmde Britanyalı işsiz, komünist parti üyesi David savaşa katılmak üzere İspanya’ya gider. Bu kararı verme nedenini nişanlısına şöyle açıklar; “Burada bana günlük ödenen 15 şilin işsizlik ödeneği ile hiçbir işe yaramıyorum. Gösterilere gidip, açlık grevlerine katılıyorum, dünyanın geleceği için gitmem gerekiyor. Bir şey yapmam gerek.” der.
Kaçak yollarla, pasaportsuz, sadece Parti kimliği ile İspanya’ya gider. Gönüllüler gelsin denilmektedir ama bunun için yardımcı olacak herhangi bir organizasyon yoktur. Gönüllü kendi yolunu bularak oraya ulaşacaktır. Sol hareket çoğunlukla dünyada eşitlik, adalet hakça paylaşımı aradığı için sermayedarlar tarafından destek bulmaz. Bir avuç adalete inanan insanlar kendi imkânları ile yola düşer. Maalesef ki para bir süre sonra davayı alt eder.
Ve David inandığı bu davaya destek vermek için yola çıkar ve uluslararası gönüllülerle bir araya gelir ve siperler kazıp, soğuk yokluk ve zorlukla dolu cephede savaşmaya gider.
İlk kez girdikleri çatışma sahneleri çok gerçekçidir. Loach’ın amacı oyunculardan gerçek bir savaştaymışlarcasına tepki alabilmekti ve bunu kesinlikle başarıyordu. Bunu başarmak için oyunculara senaryoyu parça parça dağıtırdı. Filmde oynayan oyuncular savaş sahnelerinde ne zaman öleceklerini bilmedikleri için stres yaşadıklarını anlatmışlardır. Hatta oyunculardan bir tanesi, filmde vurulma sahnesi çekildikten sonra 8 saat içinde eve gönderildiğini çünkü Loach’ın kalan oyuncuların onun yokluğunu gerçekten hissetmelerini istediğini anlatmıştır. “Ben eve vardığımda onlar benim cenaze sahnelerimi çekiyorlardı” diyerek Yönetmenin ne kadar gerçek duygu peşinde olduğunu anlatır.
Filmin en uzun ve can alıcı sahnelerinden biri de milisler ile kurtardıkları bir kasabadaki yerel halkın, eski bir toprak sahibinin arazisini kollektifleştirme meselesini tartıştıkları sahnedir. Tartışma ağırlıklı olarak yerel halkın arasında geçer. Başka ülkelerden gelen gönüllüler sadece kendi tecrübelerini paylaşırlar. Bu kararın halka ait olduğuna inanırlar. Almanya’dan gelen bir gönüllü milis;
“Almanya da ki işçi hareketi Avrupa’nın en güçlü işçi hareketiydi. Tam altı milyon kişi sendikalıydı. Geldiğimiz noktada Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi ile baş başa kaldık” der.
 Paylaşmak isteyenler ile önce kendimi kurtarayım sonra gerisine bakarım diyenlerin yani bütün insanlığın tartışmasıdır aslında.
Hangi taraftan bakıyorsunuz dünyaya, nerede olmak istiyorsunuz bunu sorgulamaktır esas olan.
Kendilerine Uluslararası Tugaylar adını veren gönüllüler savaşmak içim geldikleri bu yerlerde arkalarında olmasını umdukları desteklerin aslında olmadığını anlamaya başlarlar. Hepsi gönüllüdür ve profesyonel asker değildir. Bu nedenle uzun süreli savaşta başarılı olmaları mümkün değildir. Rusya onlara silah ve teçhizat desteği vermeyi ancak kendi egemenliğini kabul etmeleri şartıyla onaylamaktadır. Oysa onlar bunun halkın savaşı olduğunu düşünüp buna destek vermek üzere gelmişlerdir. Bir Ordu’ya mensup olmak değildir inandıkları.
Nazi desteğini arkasına alan Franco uçaklar ile sivillerin olduğu yerleri bombalayarak ilerlemeye başlar. Şehirler birer birer düşer. Güçler eşit değildir.
Bölünmeler başlar. David önce üyesi olduğu Komünist Partinin isteklerine uyması gerektiğini düşünerek Barcelona’ya gelip oradaki guruplara katılır. Burada savaş artık bölünen Cumhuriyetçiler arasındadır. Karşı cephede kendisi gibi Britanyalı bir başka gönüllü vardır. Ülkesini bırakıp gelmiş ve burada bölünüp bir tarafta kalmıştır.
Cumhuriyetçilerin iki gurubu arasında çıkan çatışmanın ortasında kalan kadın karakter, yönetmenin duygularına tercüman olur.
“Biz size birbirinizle savaşasınız diye destek vermedik. Siz faşistler ile savaşacaktınız” diye haykırır.
Milislerin yanına döner tekrar. Ben burada dönüştüm diye yazar mektuplarında geride bıraktığı nişanlısına. Çok şey gördüm ve yaşadım. Bildiği ve inandığı her şey alt üst olmuştur.
Final sahnesi çok başarılıdır. Tarafların karşı karşıya gelip hesaplaştıkları andır. İsyan, gözyaşı, kan, ölüm, hayal kırıklığı hepsi bir arada. Bu samimi davadan eve dönen şey ise kısa bir dönem içinde olsa kollektifleştirdikleri yerlere ait bir avuç topraktı.
İnsan bazen zaman da bir noktaya, kırılma noktasına geri dönüp, o değişim anına müdahale edebilseydi ne olurdu?
 Örneğin; Hitler 20 yaşında başvurduğu Güzel Sanatlar Akademisine kabul edilseydi, Che Guevara Küba’da kendisine teklif edilen bakanlığı kabul edip Bolivya’ya gitmeseydi, Kraliçe İsabel batıya gidilmesini yasaklasaydı ve Amerika keşfedilmeseydi, Aztek yerlileri gemilerle gelen bu yabancıları gördüğü yerde öldürseydi ve Amerika hayatımızda hiç olmasaydı ya da İspanya içi savaşını Cumhuriyetçiler kazansaydı ne olurdu?
Ne değişirdi? 

1 Ekim 2016 Cumartesi

GÜNÜMÜZ SİNEMA KUŞAĞINDAN / Le Couperet COSTA GAVRAS / ÖLÜMCÜL ÇÖZÜM

Ölümcül Çözüm / Le Couperet
COSTA GAVRAS

Günseli Bilgen-pisinefil@gmail.com
pisinefil.blogspot.com.tr



“ Bir zamanlar iki tane arabamız vardı, komşularımızı tanımazdım bile şimdi karımı ve oğlumu yolumun üstü diyerek işe bırakan komşuyu kıskanan zavallı işsiz bir adamım.”

İyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir çalışan. Büyük bir şirkette oldukça iyi bir maaşla çalışan iyi eğitimli ve nitelikli bir adam, 20 yılın sonunda, kırklı yaşlarında işten kovuluyor. İşine son veren yöneticisi;

“ O kadar iyi bir çalışansın ki senin yeni bir iş bulamaman söz konusu bile olamaz. Biz sadece yeni bir yapılanmaya gidip, küçülmek istiyoruz.” Dediğinde kendine biraz dinlenme fırsatı çıktığını düşünüp içten içe biraz rahatlamıştır bile.

Ancak aradan iki kocaman yıl geçmesine rağmen O hala işsizdir, sinirleri bozulmuş ve evdeki hayatta artık o kadar yolunda gitmiyordur. Orta sınıfın küçük burjuva kültüründe çalışmayan işsiz bir adamın hiçbir şeye hakkı yoktur. Böyle bir durumda; Ona ait olduğuna inandığı her şey elinden birer birer alınır. Önce harcamalarında ufak ufak tasarruf etmeye çalışır sonra sırasıyla arabası, evi, karısı, çocukları, arkadaşları, saygınlığı ve herkese en tepelerden baktığı büyük Tanrısal egosu. Bu kaybetme durumu son derece dramatik sonuçlara da yol açabilir.

Keyif, bağımlılık ve gereksiz harcamalar üzerine kurgulanmış Batı ekonomilerinde çalışma hayatı sizin bütün vaktinizi alıyor gibi gözükür. Aslında bütün Ofis çalışanları bilir ki sıkı bir çalışma temposu ile 3-4 saatte işler bitirilebilir. Ancak şu soruyu sesli olarak asla telaffuz etmezler. Verimli olmadıkları anlaşılırsa işlerinden olacakları korkusu ile herkes bu gizli işsizliğini birbirinden özenle saklar.

O zaman neden bizi 8 saat boyunca kapalı bir yerde hapsediyorlar? Sahi neden?

 Cyril Northcote Parkinson’a ait olan Parkinson Yasası bu zaman yönetimi işini basitçe şöyle açıklar; Bir işi bitirmek için ne kadar zaman verilirse o işi yapmak o kadar sürer. Eğer bitirmek için sadece bir saatiniz varsa çıkardığınız işe kendiniz de inanamazsınız ama süre bir hafta ise haftanın en son günü son dakika da ancak bitirirsiniz. 

Çoğunluk paraya da böyle yaklaşır ne kadar varsa o kadar da harcar. Özellikle profesyonel hayatın içinde iyi bir maaşla çalışıyorsanız kazandığınız kadarını hatta biraz da fazlasını tüketirsiniz.

Sekiz saatlik çalışma hayatı insanın kişisel isteklerine ayıracağı zamanı azaltır ve kişi de çalışmak benim bütün vaktimi alıyor, ölüp gideceğim hayatı yaşamadan psikolojisi yaratır içten içe. Bu duyguyla baş etmek isteyen sistemin insanları bütün sorunlarının çözümünün satın almaktan geçtiğine inanarak yoğun bir tatminsizlik duygusu ile boğuşarak ayakta kalmaya çalışır.

Gelişmiş Ülke bilim adamları bu duyguyu insanlarda yoğunlaştırmak için gece gündüz demeden çalışırlar. Biz satın alırız, ekonomi kazanır. Onlar söyler biz yaparız. Kitleler böylece nereye koyarsan orada dururlar, bağırırlar, kızarlar öfkelenirler ve elbette keyiflenirler de.

Lakin boşa adam beslemenin de fazla geldiği durumlar vardır. Nüfus artarken, teknoloji de gelişmekte bu nedenle çalıştırılması gereken insan sayısı da çoğalmaktadır. Gençler ilk çalışmaya başladıklarında, deneyimsiz olmanın getirdiği bir çekingenlikle hem koşulları çok sorgulamaz hem de ücret maliyeti düşüktür. O nedenle personel azaltma ihtiyacı varsa önce kıdemli olan orta yaşlılardan başlanır.

Ve Bruno Davert’e bu piyango çıkmıştır. 2 yıldır işsizdir. Sürekli özgeçmiş hazırlar, postaya verir, görüşmelere gider, bekler, bekler. Gergindir. Evde Televizyon seyrederken çalıştığı sektörün en büyüklerinden birinin Genel Müdürünü reklamlarda izler ve o işin kendisine ait olduğuna düşünür, buna içtenlikle inanır. Bir plan yapmaya başlar.

Sistemin kuralları için de kalarak sorununu çözemeyeceği belli olmuştur o nedenle kuralların dışına çıkarak bir çözüm yaratmaya çalışır. O pozisyon ile arasına giren, bir şekilde ondan daha iyi olduğunu düşündüğü, bir iş başvurusunda ona göre daha öncelikli olarak tercih edilecek insanları ortadan kaldırmaya karar verir. Bu insanları avlamak için kendi özelliklerinde en iyi profesyonelleri bulmasına yarayacak bir iş ilanı verir. Hedefi bu insanları ortadan kaldırmaktır. Doğru anladınız bu kişileri sistemden değil, dünyadan gönderecektir.

Costa Gavras sistemi eleştirirken, suç olarak nitelendirilen öldürme eylemini son çıkış yolu olarak göstermiştir kahramanına. Yönetmen sistemi eleştirirken ustalığı ile aynı zamanda başarılı bir gerilim filmi de yaratmıştır. Donald Westlake’in “The Ax” adlı romanından uyarlanan filmin Başrolünde Jose Garcia oynamaktadır. Fransız yapımı film Cesar ödüllerinde 2006 yılı en iyi aktör ve en iyi senaryo ödüllerini almıştır.

Tüketme üzerine kurulmuş bir ilişkiler bütününde işsizliğin artması her şeyi çıkmaza sokmaktadır. Zira parasal tabana indirgenmiş aile içi ilişkiler çatışmanın en yüksek olduğu yerlerdir. Film bir yandan Bruno’yu oradan oraya dolaştırırken, bu sahnelerin arasında lüks tüketime ait güzel kadın/adamların reklam panolarını da gözümüze sokmaktadır.
Oğlunun da bilgisayar oyunlarını çalarak suça bulaştığını öğrendiğinde tepkisi suç delillerini ortadan kaldırıp çocuğun ceza almamasını sağlamak olur. O sırada işsiz olduğunu söylediği Polis memuru ile olan diyalogu;

-          Siz polissiniz, işsiz kalmazsınız

-          Doğru ne de olsa büyüyen tek endüstri suç.

Acıyla karışık gülümsetir.

Aslında sistem kullan-at üstüne çalışmaktadır. Elbette buna insan da dâhildir. İşe yararken sistem sizi yine kendi bildiği yöntemlerle mutlu eder. Hatta başka bir mutluluk biçimi olduğunu dahi unutmanızı sağlar. Sistem dışına atıldığınızda ne yaşadığınızın önemi yoktur.

Evet o sizin sorununuzdur ve nasıl başa çıkacağınız ise size kalmıştır.



14 Mayıs 2016 Cumartesi

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN KONFORMİST / THE CONFORMİST Bernardo Bertolucci

“Mağarada zincirlenmişlerin izledikleri gölgeler”



Devasa binalar insana kendini daha da küçük hissettirmek için yapılır. Daha kapıdan içeri girer girmez acizliğini hissedesin ve sesini çıkarmayasın diye. Soğuk, büyük kasvetli yerlerdir. Ve çokta tekin görünmezler, içten içe korkuyu deneyimler, yutkunur ve hizaya girersin.
Güçlüden yana olmak konforludur. Düzenin geniş olanaklarından yararlanır ve refah bir yaşam sürersin.
Clerici’ klasik eğitim almış bir Devlet Memurudur. 1938 li yıllarda Faşist Parti’nin gizli polis teşkilatında çalışmak üzere başvuruda bulunmuş ve güvenilirliği ile ilgili araştırmaların bitmesini beklemektedir. Aynı zamanda küçük burjuva bir ailenin kızı ile nişanlanmış ve evlilik hazırlıkları yapan bir adamdır.
“Normal bir görünüm kazanmak istiyorum” der neden evlenmek istediğini soran Radyo programcısı en yakın arkadaşına.
1922 yılında İtalya da Başbakan olarak iktidara gelen Mussolini Faşist Parti’ nin kurucusudur. İtalyanca Lider, önder anlamındaki  “Duce” unvanını kullanan Diktatörün kitleleri harekete geçirerek arkasına taktığı hedef, ülkesini Roma İmparatorluğu’nun eski ihtişamlı günlerine döndürmekti.
Ekonomide kendisini iktidara taşıyan gurupları destekleyerek tarım ve endüstride yarattığı canlılık İtalya da işsizliği azaltınca halk arasında desteği artmıştı. Ancak oluşan bu ekonomik iyileşme kendi çılgın hayalleri ülkeyi II. Dünya Savaşına sokunca Ülke perişan oldu.
Bernardo Bertullici 1940 yapımı filmde iktidarın güçlü dönemlerinde polis devletinin işleri nasıl yürüttüğünü hatta ülke dışındaki muhaliflere bile nasıl uzandığını son derece sade bir anlatımla vermiştir.
Normal/Konformist kavramını sorgulayarak izleyiciyi yakalamak isteyen usta yönetmen filmi tamamlarken kat kat inşa ettiği için, her katta ayrı bir hesaplaşma ile yüzleşmek kaçınılmaz oluyor.
Kahramanımız Clerici’nin bastırılmış eşcinsel yönelimine de gönderme yapan bölümlerde normallik meselesini ters köşe üzerinden sorgulamış. Akıl hastanesinde yatan bir baba ve evdeki şoförle olan ilişkisini saklamak gereksinimi duymayan bir anne. Toplumun dayatmaları karşısında kendini çok güçsüz hissedince; normal olarak ya da çevresindeki insanlar tarafından normal sayılarak hayatı daha kolay sürdürebileceğini düşünen bir çocuk; Clerici.
Gizli Teşkilata kabul edildiğinde kendisine yardımcı olarak gönderilen adama verdiği ilk görev ise annesinin aşığı olan şoförü ortadan kaldırmasıdır. İçindeki fırtınalardan kurtulmasının tek yolu normalleşmesidir.
Evlilik için, nikah kıyacak olan Kilise damadın günah çıkarmasını şart koşmuştur. Ben inançlı değilim yapamam der ama gelin adayı kimse inançlı değil bu sadece bir formalite deyince Kilisenin yolunu tutar. Günah çıkarmak için gittiği Rahip işlediği cinayetten ziyade eşcinsel ilişkisine odaklanınca öfkesine hakim olamaz tabi ki.
En yakın dostu kör bir adam olan İtalio ile bekarlığa veda partisinde yaptıkları konuşma çok şeyi açıklar.
Sıradan insan başkalarına güvenmez. Başkaları yabancı ne olacağı belli değil. Normal olmak korunaklı, güvenli liman. Normal bir adam önünden geçen kadının kalçalarına bakar, bakmayanlar ise sakıncalı, tekin değil. Sıradan bir adam; gerçek bir vatansever ve faşisttir diyerek görüş birliğine varırlar.
Paris’e balayına gider normalleşmek üzere seçtiği yeni karısıyla. Balayı görünümünde gitmiştir ama asıl görevi ülkedeki ağır baskı ortamından iltica eden muhalif akademisyenlerden birini öldürmektir. Bu Profesör aynı zamanda üniversitede ders aldığı bir hocadır. Bir bahane ile görüşmeye gider ve İtalya daki insanların Eflatunun Mağara benzetmesindeki zincirlenmiş esirler gibi olduğunu konuşurlar.
Eflatunun Mağara benzetmesinde kullanmış olduğu zincirlenmiş esirleri şöyledir.

 İnsanların büyük bir çoğunluğu karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkumdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler.
Günlerden bir gün içlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zahiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.
Eflatun’un bu mağara benzetmesinde: Mağaraya zincirlenmiş insan; toplumun parçası olan ancak bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş kişiyi temsil eder.
Mağara; toplumu simgeler.
Zincir; toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, dogmalar, kurallardır. Bunlar zihnin özgürleştirilmesinde engellerdir.
Gölgeler ise toplum tarafından belirlenen ve benimsenen sorgulanmamış doğrulardır. Bağnazlık ve dogma zihinlerden uzaklaştırıldığı zaman zincirlerinden kurtulan insan başını ışığa doğru çevirecektir.
“Siz gittiniz biz de faşist olduk” der.
Profesörün karısı daha çok ilgisini çeker aslında ama kadının ilgisi de Clerici’nin genç karısına yönelmiştir.
Ve nihayetinde Clerici’nin bastırılmış eşcinselliğini yok sayıp, normalleştirme arzusu ile çatışan öyküde faşist partinin gizli teşkilatında kendini var etmeye çalışan bir adam vardır.
Kutsal evlilik kurumu, çocuğuna gösterdiği şefkat, dua ile uykuya yatırması ve karısını bakire Meryem ile eşleştirdiği sahneler baştan sona dikkatinizi kaybetmeden izlemenizi gerektiriyor.
Mussolini iktidardan düşüyor, bütün hepsi gibi. Karısı endişeleniyor başımıza ne gelir diye ama Clerici ;
“Ben sadece görevimi yaptım” diyor şimdi de dışarı çıkıp bir Diktatörlüğün nasıl yıkıldığını izlemek istiyorum.
Film düz bir faşizm ya da diktatörlük eleştirisi olarak kalmayıp baskı rejimlerinin insanların evlerine, ailelerine hatta cinselliklerini bile nasıl pervasızca müdahale edebildiğini çok net ve abartısız bir biçimde anlatır. Böyle dönemlerde; insanların kendini topluma ait olmayan bir yerde gördüklerinde, bir yandan çaresizce kendini saklama uğraşlarını, diğer yandan da “normal” olduğunu ispat etmek adına ne kadar zulmün yanında durabildiklerini izlemek insanı hırpalıyor elbette.
Ancak senin kendini deşifre etmemek adına ya da güvende kalmak için durduğun taraf gölgelerden oluşan bir duvar ise eninde sonunda gerçeğin olduğu tarafa dönmek gerektiğinde kendini nasıl hissedeceksin? Gideceğin yönü bu sorunun yanıtı ile belirlemek değil mi insan olmanın anlamı.

22 Nisan 2016 Cuma

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN BÜYÜK DİKTATÖR/ THE GREAT DICTATOR CHARLİE CHAPLİN

KLASİK SİNEMA KUŞAĞINDAN
BÜYÜK DİKTATÖR / THE GREAT DICTATOR

CHARLİE CHAPLİN




"Ölüm Hep Bana, Bana mı Düşer Usta."


Film  " Yahudi Berber ile Diktatör Hynkel arasındaki benzerlikler tamamen tesadüftür" notuyla başlar.
1940 yapımı film Charlie Chaplin'nin ilk sesli filmidir. Almanya da yasaklanmıştır ancak rivayet odur ki Hitler filmin bir kopyasını buldurup,iki kere izleyip hiç  yorum yapmamıştır.

1944 yılında İtalya da gösterilirken Hitler'e ait sahnelerde çok gülen askerler Mussolinin karikatürize edildiği sahnelerde ise gülmeye cesaret edememişler ve film bu ülkede de 1961 yılına kadar yasaklanmıştır.

Savaş sırasında Alman işgalinin olduğu Balkanlarda bir gurup direnişçi filmin bir kopyasını ele geçirip o sırada gösterimdeki başka bir filmle değiştirip Alman askerlere izletirler. Askerler durumu fark edene kadar epey gülerler ama olayı fark edince salonu terk ederler.
Tomanya Ülkesinin 1. Dünya savaşında, cephede kazmış olduğu hendeklerde başlar hikayemiz. Herkes anlaşmalar yapıp savaşı bitirmenin telaşındayken Tomanya hala yeni silahlar icat edip savaşı kazanmanın yollarını aramaktadır.

Cephede savaşan asker ve hatta kumandanların dahi neyin peşinde olduklarını bilmedikleri bir karargahta  sisler içinde ilerleyen askerler, kendi ordusu yerine düşman ordusunun içine karışan şaşkın kahramanımız, benzer bir şaşkınlıkla ve elbette daha da vahimi, her an, hiç tanımadığı biri tarafından öldürülebileceğinin bilincinde olmasının yarattığı ağır baskının altındaki insanlar.
Kitlelerin kendisi ile birebir hiç bir ilişkisi olmayan ama peşlerinden büyük bir hevesle koştukları bazı çılgınların büyük ihtirasları.Ve tabi ki diplomasinin de aslında tam anlamıyla bir sidik yarışı olduğunu kurgulayan muhteşem bir filim.
Derin bir gözlem yeteneği olan Chaplin filmi klasikler arasına sokmakta hiç zorlanmamış. Filmin konusu malum, çok da bilmediğimiz bir şey değil. Ancak şeytan ayrıntılarda gizli.
Hykelin'nin kalabalıkları coşturan bir mitinginin ardından, İç işleri Bakanı ve aynı zamanda en yakın  danışmanı ile arabada durum değerlendirmesi yaparlarken; Danışmanın şu söyledikleri ilginçtir ancak çok da yabancı olduğumuz bir şey değildir ;
 "Yahudiler için daha vahşi konuşmalıydın, çünkü ötekilere duydukları büyük öfke halka  açlıklarını unutturuyor." der.
Gettolar da hayat; savaş sonrası ekonomik krizle birlikte daha da kötüleşmiştir. Fakat bundan daha da kötüsü kendilerine Fırtına Birliği adını veren Yahudi karşıtı askeri guruplardır. Yahudi esnafı korkutmak ve dükkanlarına zarar vermek onları için bir eğlence halini almıştır.
Diktatör'ün sarayı kocaman bir savaş makinesi gibidir. Diktatör'ün öncelikli hedefi Avusturya 'yı işgal etmek ve oradan bütün dünyayı ele geçirmekti ama bunun için paraya ihtiyacı vardı. Yabancı sermaye bulun diyordu İç işleri Bakanına. O da Bankaların bu borcu vermediğini ama Yahudi zengin  iş adamlarının onları finanse edebileceğini  ancak borç verecek bu kişilerin Yahudi düşmanlığı politikalarından hoşlanmayacakları anlatınca  Hykele  sorunu hemen  çözer .  Geçici bir yumuşama dönemi para sorununu halletmek için gözleri boyamaya yeterdi .

Gettolardaki Yahudiler umutlanır bu yumuşama döneminden. "Bize duydukları nefret bitse, kendi ülkemizde işimizi yapsak, çalışsak ne kadar zor da olsa ben kendi toprağımdan ayrılmak istemiyorum" diye hayaller kurmaya başlar  zavallı insanlar.
Dünyanın İmparatoru olma hayalini kurduğu dans sahnesi muhteşemdir. Koskocaman bir balon şeklindeki dünya küresini parmağının ucunda döndürür, ayaklarının altına alır, evirir çevirir ve koskocaman hayallerin içinde kaybolur, çok mutludur.  Heyhat nihayetinde bir balondur bu hayal ve elinde patlar. Hitler'in de gerçekten böyle bir balonu olduğu rivayetler arasındadır.
 İzlemeye doyulmaz sahnelerden biri de Brahms'ın Macar Dansı eşliğinde yaptığı sakal tıraşıdır.
Ancak Yahudi İşadamı bekledikleri parayı vermeyince Yahudilere gösterilen geçici yumuşama politikasından aniden vazgeçilir. Fırtına Birliğine Gettolar da yeni gösteriler düzenlemesi emredilir. Ve sokaklarda savaş yeniden başlar. Herkes korkuyla yeniden evlerine kapanır.
En umutsuz anlarda bile hayalleri ayakta tutar yoksulları. Tonlarca yiyeceği çöpe atan varsıllara inat yine de çok çalışmak ve işten artmayacağına göre dişten arttırıp daha da az yiyerek gelecek güzel günlerde  mutlu olmanın düşlerini kurarlar hep.
Sarayın havaya uçurulmasını planlar Diktatörün eski komutanı. Bu işi tabi ki Getto da yaşayan Yahudilerden biri yapacaktır. Çünkü Büyük Kumandan böyle soylu bir işi yapan kişinin hiç unutulmayacağını, ölümsüz olacağını söyler. Her ne kadar bedeni paramparça olsa da ruhuna dokunulmayacaktır sonuçta.
"Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?

Demiş "Çırak Aranıyor" şiirinde, Şair Refik Durbaş. Var mı bu sorunun yanıtı ?

Aslında bu yüce onur için hiç kimse istekli değildir. Kura çekme sahnesinde o kadar  güzel anlatır ki bunu Sevgili Şarlo.

Bu kadar çarpıcı şeyleri anlatırken bile hep naiftir,hüznü vardır ama öfke yaratmaz. Umuda inanır, öfke ile değil kararlılıkla, vazgeçmeden savaşmak gerektiğine inanır sanki.

Filme dönersek yine ; Bakteria Ülkesinin Diktatörü'de Avustralya yı işgal etmek istemektedir. Güç gösterisi yaparak karşı tarafı caydırmak isterler ve ülkeye davet ederler. Diplomasinin gerçek yüzünü izlerken gülmekten bayılabilirsiniz.

Film elbette ki  dört dakika süren bitiş konuşması ile de ünlüdür. 

"Askerler! Zorbalara itaat etmeyin. Onlar sizi eziyor; düşüncelerinizi, hislerinizi ve hareketlerinizi planlıyor, sizi koyun yerine koyuyorlar. Sizi aç bırakıp, hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürüyorlar. İnsanlıktan çıkmış, beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın. Sizde nefret yok, sevilmeyen kişiler nefret eder ancak. Askerler! Esirlik için değil, hürriyet için savaşın..."

20 Mart 2016 Pazar

GAZAP ÜZÜMLERİ / THE GRAPES OF WRATH YÖNETMEN : JOHN FORD

"Hasat Zamanı Göçmen İşçi Daha Sonra Yalnızca Bir Serserisin"



Daha iyi koşulları bilmeyince bunca sefalet de normalleşiyor. Yoksulluk da aşağı doğru genişleyen, ucu bucağı görünmeyen gayya kuyusu sanki. Acı çekmeye başlayınca insan bir süre sonra kanıksıyor. Yokluk, yoksulluk, sürgün, göç ya da savaş gibi olağandışı koşullarda bile hayatta kalmanın bir yolu bulunuyor.
Amerika da 1929 yılında başlayan Büyük Buhran  milyonlarca orta sınıf insanı silindir gibi ezdi geçti. Kriz koşulları ve tarım arazilerinin büyük şirketlerin eline geçmesi - kapitalistleşmesi- küçük toprak sahibi olan  aile işletmesi çiftçilerin sadece topraklarını ellerinden almakla kalmadı aynı zamanda evlerinden, köylerinden ayrılmalarına sebep oldu.
John Steinberck'in Gazap Üzümleri  romanı  1940 yılında John Ford tarafından sinemaya uyarlandı. Film romanın güçlü altyapısı ve yönetmenin sağlam uyarlaması ile klasikler arasında yerini aldı. En iyi yönetmen ve en iyi yardımcı kadın oyuncu ( Jane Darwell anne rolü ile ) Oscar ödüllerini aldı.
Film bir yol ve aynı zamanda umudun öyküsü.  Çok başarılı bulunmasına rağmen Amerika da bir çok eyalette gösterimi yasaklanmıştı. Daha da ilginci ise komünist  Rusya da yasaklanmasıydı. Yasak gerekçesi ise Amerika da en yoksul ailenin bile araba sahibi olabildiğinin gösterilmesiydi.  Velhasıl yönetim şekli ne olursa olsun bizim beğendiklerimizi görüp, öğrenip, izleyebilirsiniz der  her zaman iktidar olanlar.
Dünya savaşı sonrası kapitalizm gözünü küçük işletmelerin küçük kazançlarına da çevirmişti. Tarımın modernleşmesi adı altında uygulanan tekniklerle, insan gücü rekabet etmeyi başaramayınca önce bankalara borçlandırılan çiftçilerin daha sonra da toprakları ellerinden alındı.
Benim elimden bir şey gelmez diyordu topraklarını terk etmelerini söylerken  bir yandan da purosunu tüttüren melon şapkalı, havalı arabalı adam. Şirketteki müdür ve bankada çalışan adamın da. Biz sadece verilen emirleri uyguluyoruz.
"Peki ben kimi vuracağım o zaman" diye sordu çiftçi, kim bunun sorumlusu?
" Sorumlu yok, sistem bu efendim" Hala benzer cümleler  pek çok yerde karşımıza çıkmıyor mu?
 Küçük çiftçiler büyük şirketlerin eline geçen tarım arazilerinden zorbalıkla çıkarılmaya başlayınca açlık ve sefalet de  kapıyı çalmıştı. Bir biçerdöver  15 insan eder hesabı yapılınca;  mülksüzler  evlerinden çıkarılıp yollara atılırlar.
Ellerine geçen bir el ilanın da Kaliforniya'nın verimli topraklarında çalışmak üzere 800 işçi aranıyor  haberi herkes için çok caziptir.  Joad ailesi de aynı umutla yola çıkmaya karar verir
" Başka bir şansın yoksa bir şeyi yapmak için cesaret gerekmez" filmin en belirgin diyaloglarından biridir. Külüstür bir kamyonetle Oklahoma dan Kaliforniya ya gitmek için 10 kişi yola çıkarlar. Toplam da 200 dolar olan paralarının 75 doları ile yolculuk yapacakları  kamyoneti alırlar kalan miktar ile de 2.500 km lik yolu gideceklerdir. 1930 lu yıllar. Ulaşım oldukça zor ve zahmetli.
Mola verdikleri kamp alanlarında karşılaştıkları diğer gidenler ve geri dönenler  morallerini bozmaya başlar.  800 işçi arayan adam 5.000 adet ilan dağıtmıştır. Bunu 20.000 kişi görse ve 2.000 kişi gelse yine de bir iş için ortalama üç adam seçeneği olacaktır iş sahibinin. Bu da en ucuza çalışan bizimdir diyenlerin ekmeğine yağ sürecektir. Açlıkla/tokluk arasında kalmak, yaşamakla ölmek arasında seçim yapmak gibidir.
Kaliforniya'ya vardıklarında kendileri gibi göç eden yoksulların toplandıkları Kamp alanına gönderilirler. Manzara içler açısıdır. İnsanlar sefalet içinde, iş bulup karınlarını doyurma umuduyla bu kamplarda bekleşmektedirler. İşçi arayanlar ise gelip en ucuza çalışacak olanları seçmektedir. Hak aramak isteyenlere ise takılacak kulp bellidir. "Kışkırtıcı".
Kamp görevlileri kaç kişisiniz diye sorduktan sonra bir de öğüt veriyorlardı. "İşini yap, sadece kendi işini yap ve başka hiç bir şeye burnunu sokma."
Yolda ölenleri de olur. Tom ve Anne filmin en güçlü karakterlerdir. Yaşamın umut, direnç kısmını anlatırlar. Okuma yazması olmasa da tek amacı ailesini korumak olan anne; olayların arasında dünyaya bakışını değiştirmeye başlar.
 Oğlu, yakın dostu  vaizi öldüren güvenlikçiye kendini korumak için vurunca adam ölür, linç etmek için Tom'u aramaya başlarlar, Anne oğlunu hem saklar hem de şu sözlerle ona hak verir;

" Bir zamanlar topraklarımız vardı, bakınca ucunu gördüğümüz sınırlarımız, tarlalarımız vardı, yaşlılar gençlere bunları  devrederek yaşam sürerdi. Aileydik, bütündük ve temizdik. Ama artık temiz kalmamıza izin vermiyorlar, dağılıyoruz. Çocuklarımız kötü şartlarda ve vahşice büyüyorlar, inanacak hiç bir şey kalmadı."
Kendi yaşadıkları, etraftaki aç, çıplak bakımsız insanlar, bütün gün ölesiye çalıştıktan sonra kazandıkları paranın karınlarını doyurmaya dahi yetmemesi, karşılaştığı diğer insanların anlattıkları, sorular sormaya başlamasına neden olur.
Grev, grev kırıcı, bir işe birden fazla talip olursa alınan ücretin azaldığı, birbirine düşman olmadan güçleri birleştirmek gerektiği, haklar, haklılıklar hepsi bilinç üstüne çıkmaya başlar.
Bir adamın yüzlerce hektar arazisi varken yüz bin çiftçi aç, belki bu sorunun cevabını anlayabilirim, bulabilirim der ufka doğru yürürken Tom Joad.
Yazar da yönetmen de umutsuz değildir aslında. Ancak bunca zaman sonra bile hala aynı koşulların yaşanmadığını kim söyleyebilir ki.
"Bir ara yenildik sandım, hepimiz kayıp gibiydik ve kimsenin de umurunda değildik. Ama nehir akmaya devam eder her zaman. Artık bir daha hiç korkmam, zor günler bizi güçlendirir. Bizi yok edemezler, sonsuza dek var olacağız, çünkü biz insanız" diyen anne her şeye rağmen  güven ve umut verir hepimize.
Tıpkı Nazım Hikmet'in dediği gibi ;
Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın, inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...



12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN YÖNETMEN : HENRY FONDA


12 ÖFKELİ ADAM / 12 ANGRY MAN

ÖN YARGI GERÇEĞİ GÖRÜNMEZ KILAR



Kamera Newyork Yüksek Mahkemesi'nin heybetli sütunlarını aşağıdan  yukarı doğru çekerken; "Adalet gerçeğin temelidir" demeye çalışan bir cümle ile başlar film.
Yargıç Jüriyi karar odasına yollarken "Bir adam öldü, bir diğerinin hayatı tehlikede. Bu da sizin sorumluluğunuz da." der.
Sistem kararın oybirliği ile alınmasını zorunlu kılar. Üst Mahkeme yoktur. Jürinin kararı ölüm/kalım kararıdır.
Film boyunca ölümüne ya da yaşamasına karar verilecek olan delikanlının yüzünü görürüz, masumiyetini anlatmak ister gibidir.
1957 ABD yapımı Sidney Lumet'in yönettiği başrolünde Henry Fonda'nın ve diğer aktörlerin sağlam oyunculukları ile ölümsüzleştirdiği  klasiklerdendir. Tek mekan, isimsiz on iki  adam filmi  başından sonuna kadar  heyecanla  izletir.
Adalet sistemini toplumsal önyargıların içinde  sorgular. Sağlam durup haklı mücadelesini veren tek bir adam bile sonucu  değişebilir. Yeter ki karşısında duran kitlenin kafasına doğru bildikleri hakkında  şüphenin tohumlarını ekebilsin.
Aslında çoğumuz yaşadığımız güvenlikli mekanlarımızda ön yargılarımızın arkasına saklanarak vicdanımızı rahatlatmaya çalışmıyor muyuz?
Yardım kuruluşlarına yaptığımız bir kaç kuruşluk bağışlarla vicdanımızı rahatlatıp keyfimize bakmaya devam etmiyor muyuz?
Arka cephelerde neler oluyor bu soruları sormaktan özenle kaçınmıyor muyuz?
Kenar mahalleden bir çocuk/kadın ya da adam cinayet ile yargılanıyorsa mutlaka suçlu mudur?
Suç işlemek aslında bir alışkanlık mıdır?
Yaşadığın ortam ve şartlar suça itebilir  ya da o mahallede bizim suç dediğimiz şeyler  yaşamayı sağlayan  gereklilikler midir?
Doğası gereği yaşam bazen bunu da seçeneksizce sunabilir.Fakat bütün deliller yeterli olmasa da sırf orta sınıfın tuzu kuru kitlesi senin suça yatkın olduğunu düşünüyor  diye idam hükmünü hiç sorgulamadan verebilir  mi?
Şehrin kenara atılmış  mahallesinde  yaşayan 18 yaşında bir delikanlı. 9 yaşında annesi ölmüş, baba hapse girince yetimhaneye gitmiş, sabıka dosyası hırsızlık, gasp vb. suçlarla hayli kabarık. Şu anda da babayı öldürmekten suçlu bulunmak üzere.
Jüri üyeleri isimsiz, her birine numaralarla hitap edilmektedir.  Hepsi toplumda saygı gören işleri yapmaktadır. Hatta kendini diğerlerine tanıtmak için kartvizitini vermek, yaptığı işin reklamını yapmak dahi son derece doğaldır.
Bazı işler vardır ki; insanlar bunlara üçüncü sayfa haberleri gibi, kendilerinin o kadar dışında bakarlar ki, hiç duygusal bağ kurmazlar. İşletmelerin personel işlerine bakan  servisinde işe son verileceklerin listesi, hastanedeki ölüm raporları, hapishanedeki idam mahkumları gibi tıpkı. O insanların evleri, geçindirmek zorunda oldukları aileleri, onları seven yakınları yoktur sanki. Ya da yakınlarımız değillerdir. Jüri içinde  ölüm kararını oylamak,  son derece sıradan bir iştir.Herkes ikna olarak gelmiş bu işi bir an önce bitirip işlerine /evlerine / yaşamlarına / eğlencelerine dönmek istemektedir.
Akşamki beysbol  maçına  bileti olan adam sürekli saatine bakar, biletin yanmasını ve maçı kaçırmayı istemez.  Nitekim bitse de gitsek psikolojisi ile oyunu çoğunluğa uymak üzere değiştirir ve bundan hiç rahatsızlık duymaz. Ne var ki bunda diye de savunur kendini.
Mahkemenin tayin ettiği bir Avukat savunur çocuğu. Çok para kazandığı ya da ona şöhret kazandıracak bir iş değildir ve zaten de bu çocuğun bu suçu işlemesi kuvvetle muhtemeldir. Tanıkları ve delilleri çok da araştırmadan kabul edip sıradaki diğer işlere bakmalıdır. Davada sonuç aslında bellidir.
Vicdan ise 8 numaralı adamdır. "Suçsuz olabilir, ben yeterince ikna olmadım" der. Her yerde bir tane böyle birisi çıkar ve işleri bozar diye homurdanır üç tane tamirhanesi olan işi başından aşkın adam.
"Makul şüphe" tanımı ile olayı sorgulamaya başlar ve yavaş yavaş bu şüphenin tohumlarını diğer üyelerin de beyinlerine ekmeye başlar.
Vaka-i adiye'den sayılabilecek önemsiz, önyargılarla çoktan mahkum edilmiş bir çocuğun insan olma kimliği çıkar ortaya. Vicdanların sesi olur itiraz eden Jüri üyesi. Kesin gözü ile bakılan delilleri ve şahitleri sorgulatmaya başlar.
Herkes neden suçlu bulduğunu  söylesin ve 8 numarayı ikna etsin diye  karar verilir. Bu soruya mantıklı gerekçelerle yanıt vermekte  zorlandıkça birbirlerinden ve kendilerinden şüphelenmeye başlarlar.
Önyargı bütün gücüyle savaşır vicdanla. Kenar mahalledekiler böyledir der çoğunluk.  İçki ve sefahate  düşkündürler, zevk için adam öldürürler ve asla düzelmezler. Dürüstlük nedir bilmez sürekli yalan söylerler. Ben onların ciğerini bilirim diyen zihniyet suçtan emindir.
İnsan psikolojisini de sorgular adamakıllı. Tanıklık edenlerin ifadelerindeki kesinlik masaya düştüğünde her bir tanık içinde ayrı bir çözümleme yapar. Birinci tanık yaşlı adamın da önyargı ile cinayetten emin olduğu için verdiği ifadeye inandığını söyler. Mahkemeye çıkmak, görünür olmak, söylediklerinin dinlenmesi hayata atacağı yegane goldür belki de. "Hiç kimse olmak son derece üzücü bir şeydir" repliği vurucu cümlelerdendir.
Diğer tanık karşı evdeki  pencereden cinayeti gördüğünü söylemiştir. Tartışmaların sonunda kadının genç görünmek için gözleri bozuk olmasına rağmen gözlük takmadığını anlarlar. Yatakta yatarken gözlük takmasının da imkansız olduğunu fark ettiklerinde, bu tanıklığında önyargı ile zaten işlemiştir diye yapıldığı ortaya çıkar.
Film izleyici ile çocuğun suçlu olup olmadığının tartışmasını yapmaz aslında. Önermesi çocuğun bulunduğu çevre ve koşullar gereği var olan toplumsal  önyargının  gerçekleri görmeyi engellemesidir. Suçsuz bile olsa suçlu olduğu konusunda herkes hem fikirdir.
Yoksullar, herhangi bir nedenle öbür tarafa düşmüş olanlar, suçludurlar. Dünyadaki adaletsizliklerin sorumlusu sorgulayamayacak durumda olanlardır. Ne zaman derin bir öfke ile başlarını kaldırmaya kalksalar şiddetle cezalandırılmaları  gerekenlerdir.
Öyle ya yılanların başı küçükken ezilmezse sonra nasıl baş edilir. SUÇLU  der bu nedenle bir şekilde kendini büyük resimde bir yere sığıştırıp üç beş kuruşluk düzenini bozmak istemeyenler. Zaten onlar da öyledir dediklerinde huzur uykuları sarar her yanlarını.


                                     

6 Ocak 2016 Çarşamba

SAVAŞIN DÖNÜŞÜ VAR MI ? / KARLA'NIN ŞARKISI /KEN LOACH

 SAVAŞIN DÖNÜŞÜ VAR MI ? / 
KARLA'NIN ŞARKISI /KEN LOACH



"Bütün bu olanlara inanmak çok zor" der  Glasgow'da 72 numaralı hatta çalışan Belediye Otobüs şoförü George filmin Nikaragua'da biten final sahnesinde. Savaştan dönüş var mı gerçekten hiç bir şey bir daha eskisi gibi olur mu ? Yaşananlar unutulur mu, evini bırakıp gitmek mi zor, yoksa kalıp cehennemi yaşamak mı her şeye rağmen.
" İlk başta ben sanmıştım ki bu fonla hayırlı bir iş yapılıyor, çocuklar kurtarılıyor. Ama işin içine girince bir de baktık ki belli bir tabakadan siyah çocukları Kenya'lı işadamları ile işbirliği halinde eğitmekle uğraşıyorlar; bunlarla yeni Kenya'nın, yeni orta sınıfını ve devlet memurlarını,  İngiliz tarzında eğiterek, disipline ederek oluşturacaklar....  Orada görevli Amerikalı siyah bir öğretmen tüm bunların yeni sömürgecilikten başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bütün bunları anlattık tabi filmde. Save The Children küplere bindi, film gösterilmedi.  ( Kaynak: Ken Loach ve Filmleri : Hangi Taraftasınız? Antony Hayward / Agora Kitaplığı )
Yönetmenin ilk sansürüdür. Save The Children (Çocukları Kurtarma Fonu ) Loach'a faaliyetlerini tanıtmak amacıyla Kenya ve Uganda da çekilmek üzere  bir belgesel ısmarlar.  Kırk küsur yıllık sinema yaşamında demokrasisi ile övünen ve sömürgeleri sayesinde üstünde güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğunda filmleri, belgeselleri sansürlenir hatta İngiltre İç İstihbarat Teşkilatının sakıncalı şahıslar listesine adını yazdırır.
Filmografisi gerçekçi ve insani öyküler sunar. Kıyasıya bir sistem eleştirisi vardır. Kendi ülkesinde Neo-liberal politikaların altında ezilen işçi sınıfının yanında durduğu gibi İrlanda'da Britanya tarafından yürütülen kirli iç savaşı afişe etmesi, İspanya iç Savaşı ve Nikaragua'da CIA destekli kontra terörü anlatan filmleri ile bağımsız sinemasını çekmeye devam eder.
1996 yapımı Karla'nın Şarkısı (Carla's Song) filmi bir aşk hikayesi çerçevesinde iki bölümlü, ikinci yarıda yoksul Nikaragua  görüntüleri ile savaşın dehşetini bir Avrupalı'ya yaşatmanın ya da anlatmanın  çabasıdır.

George İskoçya'nın en büyük şehri Glasgow'da belediye otobüsünde şofördür. Kurallara uymaktan hoşlanmayan, sistemin baskıcı dayatmaları ile ufak tefek dalgasını geçen bir adamdır.Bu nedenle de üstlerinden sıklıkla uyarı almaktadır. Otobüse para vermeden binen yabancı bir genç kızı yakalayıp onu bağıra çağıra polise teslim edeceğini söyleyen bilet kontrol memuru ile tartışıp kızın otobüsten kaçmasını sağlar. Ve tabi ki işten uzaklaştırma alır.
Carla Nikaragua' da  müzik gurubu ile çalışan bir  dansçıdır. Ülkenin çeşitli bölgelerinde gurupla dolaşırken Amerikan Hükümetinin solcu hükümeti düşürmek için yarattığı sanal ama gerçek  iç savaştan yaşadıkları nedeniyle kaçıp İskoçya'ya sığınmış, İngiliz göçmenlerle yaşama tutunmaya çalışan  bir kızdır. George kıza aşık olur, işini, nişanlısını ve ülkesini bırakıp peşinden Nikaragua ya gider. Carla'nın geçmişi ile yüzleşip iyileşmesi gerektiğini düşünmektedir.
Nikaragua Amerika' nın bir şekilde yönetmekten vazgeçmediği tipik bir Güney Amerika ülkesi. Doğal kaynaklarının Amerikan destekli ailelerin yönettiği hükümetler aracılığı ile küresel sermayeye aktarıldığı, halkın çoğunluğunun yoksulluk ve sefaletle boğuştuğu dünya coğrafyalarından sadece biri.
1979 yılında yapılan devrim ile yönetim Sandinistaların eline geçince Amerika'nın ekonomik ambargo ile boğmaya çalıştığı yoksul ve çaresiz insanlar. Bir yandan ekonomik yaptırımlar sürerken diğer taraftan CIA nin desteklediği solcu hükümeti devirmeye çalışan anti-komünist kont-gerillalar.
Ülkede bir yerden bir yere gitmek için balık istifi otobüsler ya da kamyonlar kullanılmaktadır. Kamyonun arkasında seyahat ederken yerli halk George sorar. Senin ülkende ne yetiştiriliyor diye. Fasulye, mısır, kahve, kavun ne üretiyorsunuz sorusunu "hiçbir şey " diye yanıtlar. Düşünür sonra çantasından viski şişesini çıkarır biz sadece bunu üretiriz der. Şişeyi alıp tadına bakan köylülerden biri "İçine ettiğimin harika ülkesi" der ve hep birlikte gülerler. Öyle ya sömürmek varken üretmeye ne gerek var. Zor işleri yapacak bir sürü yoksul var dünyada.
Carla ve köylüler anlatmaya devam ederler yolculuk süresince. Biz bu devrimi korumakta kararlıyız. Her evden bu yola verdiğimiz canlarımız var. Daha önce sadece bir kişiye ait olan toprakta  şimdi kırk aile geçiniyor. Amerika'lı gringoların  dönüp bunu bizden almasına izin vermeyeceğiz.
 Yeni dünya düzeni  kirli oyunlarından vazgeçmez. Ronald Reagan döneminde patlak veren İrangate skandalının iç yüzü hala tam olarak bilinmemektedir. ABD yönetim kademesinden birilerinin İran'a silah satıp buradan kazanılan parayı ise yasadışı bir şekilde Nikaragua'daki solcu hükümeti devirmek için çalışan anti-komünist gurupları desteklemek için kullandığı ortaya çıkar. Filmin sonunda Bradley bu gerçeği George anlatır aslında.
Carla yaralanan ve sonrasında akıbeti belli olmayan eski erkek arkadaşını bulmak için ülkesine dönmüştür. Koşullar savaş koşullarıdır. George geldiği yeri şaşkınlıkla izlemektedir. Mayınlı arazilerden geçen otobüste olan patlamayla ölen ve yaralananların ortasında kalması, silahlı çatışmalar Carla'nın ailesinin olduğu köydeki  hastane ve okula yapılan havan toplu saldırının ortasında kalmak onun bildiği hayatlardan çok uzaktır.
Bu yoksulluğa rağmen ülkesine ve devrime inanmış gençler harıl harıl çalışmakta, müzik ve dans sürmektedir. Gece eğlencesinden sonra şiddetli bir saldırıya uğrayınca George dönmeye karar verir ve sonunda gerçeklerle yüzleşir.
İzleyici  bir olayı  karşıdan izlemekle ya da bildiğini düşünmek ile  içinde yaşamak arasındaki farkı filmin her karesinde sorgular. Nikaragua şehirleri, duvar yazıları posterleri, yoksul insanları, taş ve sopalarla kendilerine oyun kuran ve kahkahalarla oynayan çocukları. Şarkıları, ezgileri her koşulda gülmek yaşamak ve aşktan vazgeçmeyen insanları.
Ve diğer tarafta hiç sevmemiş belki de hiç bağıra çağıra şarkı söyleyip dans etmemiş insanların kinlerini kusmak için bu pis savaşları, kirli tuzakları kurmaya devam ettikleri dünya.

Yoksa gücün, paranın ve iktidarın bu kadar fazla olması ne işine yarar ki insanın.